Ayet:
34- SEBE SÛRESİ
34- SEBE SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 54 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 2 #
{الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْآخِرَةِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ (1) يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ الرَّحِيمُ الْغَفُورُ (2)}
1- Hamd, göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız kendisinin olan o Allah’a mahsustur. Âhirette de hamd yalnız O’na mahsustur. O, Hakîmdir, Habîrdir. 2- O, yere gireni de oradan çıkanı da gökten ineni de oraya yükseleni de bilir. O, Rahîmdir, Ğafûrdur.
#
{1} {الحمدُ}: الثناء بالصفات الحميدةِ والأفعال الحسنة؛ فلله تعالى الحمدُ؛ لأنَّ جميع صفاته يُحمد عليها لكونها صفاتِ كمال، وأفعالُه يُحمد عليها لأنَّها دائرةٌ بين الفضل الذي يُحمد عليه ويُشكر، والعدل الذي يُحمد عليه ويُعترف بحكمتِهِ فيه. وحَمَدَ نفسَه هنا على أنَّ {له ما في السموات وما في الأرض}: مُلكاً وعبيداً يتصرَّف فيهم بحمده. {وله الحمدُ في الآخرة}: لأنَّ في الآخرة يظهرُ من حمدِهِ والثناء عليه ما لا يكون في الدنيا؛ فإذا قضى الله تعالى بين الخلائق كلِّهم، ورأى الناس والخلق كلُّهم ما حكم به وكمال عدلِهِ وقسطِهِ وحكمته فيه؛ حمدوه كلُّهم على ذلك، حتى أهل العقاب؛ ما دخلوا النار إلاَّ وقلوبُهم ممتلئةٌ من حمده، وأنَّ هذا من جرّاء أعمالهم، وأنَّه عادلٌ في حكمه بعقابهم. وأمَّا ظهورُ حمدِهِ في دار النعيم والثواب؛ فذلك شيء قد تواردتْ به الأخبارُ وتوافقَ عليه الدليلُ السمعيُّ والعقليُّ؛ فإنَّهم في الجنة يرون من توالي نعم الله وإدرارِ خيره وكثرةِ بركاته وسَعَةِ عطاياه التي لم يبقَ في قلوب أهل الجنة أمنيةٌ ولا إرادةٌ إلاَّ وقد أعطي فوق ما تمنَّى وأراد، بل يُعْطَوْنَ من الخير ما لم تتعلَّقْ به أمانيهم ولم يخطُرْ بقلوبِهم؛ فما ظنُّك بحمدِهم لربِّهم في هذه الحال مع أنَّ في الجنة تضمحلُّ العوارض والقواطع التي تقطع عن معرفة الله ومحبَّتِهِ والثناء عليه، ويكون ذلك أحبَّ إلى أهلها من كلِّ نعيم وألذَّ عليهم من كل لَذَّةٍ؟! ولهذا؛ إذا رأوا الله تعالى وسمعوا كلامه عند خطابِهِ لهم؛ أذْهَلَهم ذلك عن كلِّ نعيم، ويكون الذكر لهم في الجنة كالنَفَس متواصلاً في جميع الأوقات، هذا إذا أضفتَ ذلك إلى أنَّه يظهر لأهل الجنة في الجنةِ كلَّ وقتٍ من عظمة ربِّهم وجلالِهِ وجمالِهِ وسعة كمالِهِ ما يوجب لهم كمالَ الحمد والثناء عليه. {وهو الحكيمُ}: في ملكه وتدبيره، الحكيم في أمره ونهيه. {الخبيرُ}: المطَّلعُ على سرائر الأمورِ وخفاياها.
1. Hamd, övgüye değer sıfatlar ve güzel fiiller sebebiyle övgüde bulunmak demektir. Hamd yalnız Yüce Allah’a mahsustur. O, bütün sıfatları dolayısı ile övülür. Zira bu sıfatlar, eksikliğin söz konusu olmadığı kemal sıfatlarıdır. Fiilleri dolayısıyla da övülür. Çünkü bu fiiller, lütuf ve adalet dairesinde döner durur. Lütfu sebebiyle O’na övgüler düzülür ve şükredilir, adaleti sebebi ile de övülür ve hikmeti itiraf edilir. O, burada kendi zatını övmektedir. Çünkü “göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız” O’nundur. Yani bütün bu varlıklar üzerinde hükümranlık O’na aittir. Hepsi, O’nun kullarıdır. O onlar üzerinde övülmeyi gerektirecek şekilde tasarrufta bulunmaktadır. “Âhirette de hamd yalnız O’na mahsustur.” Övgüsü ve yüceltilmesi, dünyada olduğundan çok daha ileri derecede ahirette açığa çıkacaktır. Yüce Allah, yaratılmışlar arasındaki hükmünü verince insanlar ve diğer bütün yaratılmışlar, O’nun verdiği hükmü, adaletinin mükemmelliğini, hükmündeki hikmetinin eşsizliğini görecekler ve bundan dolayı O’na övgüde bulunacaklardır. Hatta cehennem ile cezalandırılacak kimseler dahi kalpleri ile O’na övgüde bulunup boyun eğeceklerdir. Azaplarının, amellerinin bir neticesi olduğunu, O’nun cezalandırılmalarına dair hükmünün adaletli olduğunu kabul edeceklerdir. Nimet ve mükâfat yurdunda (cennette) onun hamdinin ortaya çıkışına gelince bu husustaki haberler sayılamayacak kadar çoktur ve bu konuda nakli ve aklî deliller birbiri ile uyum arzetmektedir. Cennetlikler cennette Yüce Allah’ın ardı arkası kesilmeyen nimetlerini, kesintisiz hayırlarını, bereketlerinin çokluğunu, bağışlarının uçsuz bucaksız olacağını göreceklerdir. Öyle ki cennet ehlinin kalbinde ne kadar temenni, ne kadar istek varsa her birisine, temenni edip istediklerinden çok daha fazlası verilecektir. Hatta temennilerinin ulaşamayacağı, kalplerinden geçmeyen pek çok hayırlara ereceklerdir. Böyle bir durumda Rablerine nasıl hamd edecekleri/övgüde bulunacakları tasavvur edilebilir mi? Cennette Allah’ı hakkı ile tanımaya engel teşkil eden arızi sebepler, O’nu sevmenin, O’ndan övgü ile söz etmenin önündeki engeller tamamen ortadan kalkmış olacaktır. Bu da cennet ehli tarafından her türlü nimetten daha çok sevilecek bir şey ve her bir zevkten daha lezzetlidir. Bundan dolayı cennet ehli Yüce Allah’ı görüp de kendilerine hitap edeceği vakit, O’nun sözünü işiteceklerinde, içinde bulundukları bütün nimetleri unuturlar. Cennette Allah’ı zikretmeleri, bütün vakitlerde tıpkı nefes alıp vermeleri gibi kesintisiz olur. Buna bir de O’na hamd-u senalarda bulunmalarını gerektirecek şekilde cennette her vakit Rablerinin azametini, celalini, cemalini, kemalinin genişliğininin ortaya çıkacağını ekleyecek olursak durumu varın siz düşünün. “O Hakîmdir.” Yani yönetiminde ve idaresinde, verdiği emir ve yasaklarında hikmeti sonsuz olandır. “Habîrdir.” Bütün işlerin gizliliklerini, saklı olan hallerini bilir, hepsinden haberdardır. Yüce Allah daha sonra ilminin genişliğini etraflı bir şekilde dile getirerek şöyle buyurmaktadır:
#
{2} ولهذا فصَّلَ علمَه بقولِهِ: {يعلم ما يَلِجُ في الأرضِ}؛ أي: من مطر وبذرٍ وحيوان، {وما يخرُجُ منها}: من أنواع النباتاتِ وأصناف الحيواناتِ، {وما ينزِلُ من السماءِ}: من الأملاك والأرزاق والأقدار، {وما يعرُجُ فيها}: من الملائكة والأرواح وغير ذلك. ولمَّا ذَكَرَ مخلوقاتِهِ وحكمتَه فيها وعلمَه بأحوالها؛ ذكر مغفرتَه ورحمتَه لها، فقال: {وهو الرحيمُ الغفورُ}؛ أي: الذي الرحمة والمغفرة وصفُه، ولم تزلْ آثارُهُما تنزِلُ على العباد كلَّ وقتٍ بحسب ما قاموا به من مقتضياتهما.
2. “O, yere” yağmur, tohum ve canlı kabilinden “gireni de oradan” çeşitli bitkilerden ve canlı türlerinden “çıkanı da gökten” hükümler, rızıklar ve kaderler kabilinden “ineni de oraya” melekler, ruhlar ve bunun dışındaki şeylerden “yükseleni de bilir.” Yüce Allah, yarattıklarını, onlardaki hikmetini ve bütün hallerini bildiğini söz konusu ettikten sonra da onlara olan mağfiret ve rahmetini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O, Rahîmdir, Ğafûrdur.” Yani rahmet ve mağfiret O’nun sıfatıdır. Bunların tecellileri de kesintisiz olarak her zaman kulların üzerine bunları gerektiren amellerde bulunmalarına göre iner.
Ayet: 3 - 5 #
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَأْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلَى وَرَبِّي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَلَا أَصْغَرُ مِنْ ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرُ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (3) لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (4) وَالَّذِينَ سَعَوْا فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِنْ رِجْزٍ أَلِيمٌ (5)}.
3- Kafirler: “Bize kıyamet gelmeyecek!” dediler. De ki: “Hayır! Gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki o, elbette size gelecektir. Ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şey O’na gizli kalmaz. Bundan daha küçük ya da büyük ne varsa hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır.” 4- Bu, iman edip salih ameller işleyenleri mükâfatlandırması içindir. Onlar için mağfiret ve tükenmez bir rızık vardır. 5- Ayetlerimizi iptal etmek için yarışırcasına çalışanlar var ya, işte onlar için can yakıcı, feci bir azap vardır.
#
{3} لمَّا بيَّن تعالى عظمته بما وصف به نفسه، وكان هذا موجباً لتعظيمه وتقديسه والإيمان به؛ ذكر أنَّ من أصناف الناس طائفةً لم تُقَدِّرْ ربَّها حقَّ قدرِهِ، ولم تعظِّمْه حق عظمته، بل كفروا به وأنكروا قدرتَه على إعادةِ الأموات وقيام الساعة، وعارضوا بذلك رسلَه، فقال: {وقال الذين كفروا}؛ أي: بالله وبرسله وبما جاؤوا به، فقالوا بسبب كفرهم: {لا تَأتينا الساعةُ}؛ أي: ما هي إلاَّ هذه الحياة الدُّنيا نموت ونحيا! فأمر الله رسولَه أنْ يردَّ قولَهم ويُبْطِلَه ويقسِمَ على البعث وأنَّه سيأتيهم، واستدلَّ على ذلك بدليل مَن أقرَّ به؛ لزمه أن يصدِّق بالبعث ضرورةً، وهو علمُه تعالى الواسعُ العامُّ، فقال: {عالم الغيب}؛ أي: الأمور الغائبة عن أبصارنا وعن علمنا؛ فكيف بالشهادة؟! ثم أكَّد علمه فقال: {لا يعزُبُ}؛ أي: لا يغيب عن علمه {مثقالُ ذرَّةٍ في السمواتِ ولا في الأرض}؛ أي: جميع الأشياء بذواتها وأجزائها، حتى أصغر ما يكون من الأجزاء، وهو المثاقيل منها، {ولا أصغر من ذلك ولا أكبر إلاَّ في كتابٍ مبينٍ}؛ أي: قد أحاط به علمُه وجرى به قلمُه وتضمَّنه الكتابُ المبينُ الذي هو اللوحُ المحفوظ. فالذي لا يخفى عن علمِهِ مثقال الذرة فما دونَه في جميع الأوقات، ويعلم ما تَنْقُصُ الأرضُ من الأموات وما يبقى من أجسادهم؛ قادرٌ على بعثهم من باب أولى، وليس بعثُهم بأعجبَ من هذا العلم المحيط.
3. Yüce Allah, zatını vasfettiği hususlarla azametini beyan ettikten -ki bu O’nun tazim ve takdis edilmesini ve O’na iman etmeyi gerektirir- sonra insan sınıflarını söz konusu etmektedir. Bir kesim, Rabbini hakkı ile tanımamakta, O’nu hak ettiği şekilde tazim etmemektedir. Aksine O’nu, O’nun öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu ve kıyametin kopacağını inkâr etmiş, bu hususta peygamberlerine karşı çıkmışlardır. Şöyle buyurmaktadır: “Kafirler” yani Allah’a, peygamberlerine ve onların getirdiklerine küfredenler, küfürleri sebebi ile: “Bize kıyamet gelmeyecek” yani her şey dünya hayatından ibarettir, kimimiz ölürüz, kimimiz de yaşarız, “dediler.” Yüce Allah, Rasûlüne onların sözlerini ret ve iptal etmesini, öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğine ve kıyametin mutlaka gelip onları bulacağına dair yemin etmesini emrederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki o, elbette size gelecektir.” Buna dair de bir delil getirmiştir ki onu kabul eden kimse, zorunlu olarak öldükten sonra dirilişi de tasdik etmek durumundadır. Bu delil ise Yüce Allah’ın geniş ve her şeyi kuşatan ilmidir. Bu sebeple Rabbini: “Gaybı bilen” diye vasfetmiştir. Gayb, gözlerimizden ve ilmimizden gizli olan şeylerdir. O, gaybı biliyor; ya görülenlere ne demeli!? Daha sonra ilminin kapsamlılığına dair ifadeyi pekiştirmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şey O’na gizli kalmaz.” Her şeyi hem zatları ile hem cüzleri ile bilir. Hatta parçanın en küçük bölümü olan ve miktarı miskal/ağırlık diye ifade edilen en küçük ağırlıklar [atomlar], O’nun bilgisinin dışında değildir. “Bundan daha küçük ya da büyük ne varsa hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır.” İlmi, onları kuşatmış, kalemi de kaydetmiştir. Apaçık kitap da oları içermektedir ki bu kitap, Levh-i Mahfuz’dur. Zerre ağırlığı bir şey ve bundan daha aşağısı, hiçbir vakit O’nun bilgisinden gizli kalmadığına göre yerin ölülerden neleri eksilttiğini ve cesetlerinden geriye ne kaldığını bilen, elbette ve öncelikli olarak onları diriltmeye kadirdir. Onları diriltmek hiçbir şekilde bu her şeyi kuşatan bilgiden daha çok hayret edilecek bir şey değildir.
#
{4} ثم ذكر المقصودَ من البعث، فقال: {ليجزِيَ الذين آمنوا}: بقلوبهم صدَّقوا الله، وصدَّقوا رسله تصديقاً جازماً، {وعملوا الصالحاتِ}: تصديقاً لإيمانهم. {أولئك لهم مغفرةٌ}: لذنوبهم، بسبب إيمانهم وعملهم يندفعُ بها كلُّ شرٍّ وعقابٍ، {ورزقٌ كريمٌ}: بإحسانهم، يحصلُ لهم به كلُّ مطلوبٍ ومرغوبٍ وأمنيَّة.
4. Daha sonra Yüce Allah, öldükten sonra dirilişin maksadını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Bu, iman edip” yani kalpleri ile Allah’ı ve peygamberlerini kesin olarak tasdik edip imanlarını tasdik etmek üzere de “salih ameller işleyenleri mükâfatlandırması içindir. İşte onlar için” iman ve amelleri dolayısı ile günahları için “mağfiret” vardır ki bununla her türlü kötülük ve ceza bertaraf edilir; ihsanları sebebi ile de “tükenmez bir rızık vardır.” Bununla da her türlü istek ve arzuları, dilek ve temennileri gerçekleşir.
#
{5} {والذين سَعَوْا في آياتنا مُعَاجِزينَ}؛ أي: سعوا فيها كفراً بها وتعجيزاً لمن جاء بها وتعجيزاً لمن أنزلها كما عجَّزوه في الإعادة بعد الموت. {أولئك لهم عذابٌ من رجزٍ أليم}؛ أي: مؤلم لأبدانهم وقلوبهم.
5. “Ayetlerimizi iptal etmek için yarışırcasına çalışanlar var ya” yani onları inkara, onları getirenin ve indirenin -ölümden sonra tekrar yaratmakta aciz olduğunu ileri sürdükleri gibi- bu hususta da aciz olduğunu iddia etmek üzere çabalayanlar; “işte onlar için can yakıcı” yani bedenlerine ve kalplerine acı ve ızdırap verici “feci bir azap vardır.”
Ayet: 6 #
{وَيَرَى الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ الَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ هُوَ الْحَقَّ وَيَهْدِي إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ (6)}.
6- Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilen (Kitabın), hakkın ta kendisi olduğunu ve Azîz ve Hamîd olanın yoluna hidayet ettiğini bilirler.
#
{6} لما ذكر تعالى إنكارَ من أنكر البعثَ، وأنَّهم يرونَ ما أنزل على رسوله ليس بحقٍّ؛ ذكر حالة الموفَّقين من العباد، وهم أهل العلم، وأنَّهم يرون ما أنزل الله على رسوله؛ من الكتاب وما اشتملَ عليه من الأخبارِ {هو الحقَّ}؛ أي: الحقُّ منحصرٌ فيه، وما خالفه وناقضه فإنه باطل؛ لأنَّهم وصلوا من العلم إلى درجة اليقين، ويرون أيضاً أنَّه في أوامره ونواهيه؛ {يهدي إلى صراطِ العزيز الحميد}: وذلك لأنَّهم جزموا بصدق ما أخبر بها من وجوهٍ كثيرةٍ: من جهة علمِهم بصدقِ مَنْ أخبر بها، ومن جهةِ موافقتها للأمور الواقعة والكتبِ السابقة، ومن جهةِ ما يشاهِدون من أخبارها التي تقع عياناً، ومن جهة ما يشاهدونَ من الآيات العظيمة الدالَّة عليها في الآفاق وفي أنفسهم، ومن جهةِ موافقتها لما دلَّت عليه أسماؤه تعالى وأوصافُه، ويرون في الأوامر والنواهي أنها تهدي إلى الصراط المستقيم المتضمن للأمور بكل صفةٍ تزكي النفس وتنمي الأجر وتفيد العامل وغيره؛ كالصدق والإخلاص وبر الوالدين وصلة الأرحام والإحسان إلى عموم الخلق ونحو ذلك، وتنهى عن كلِّ صفة قبيحةٍ، تدنِّس النفس، وتحبِطُ الأجر، وتوجِبُ الإثم والوزر من الشرك والزنا والربا والظُّلم في الدماء والأموال والأعراض. وهذه منقبةٌ لأهل العلم وفضيلةٌ وعلامةٌ لهم، وأنَّه كلَّما كان العبد أعظم علماً وتصديقاً بأخبار ما جاء به الرسول وأعظم معرفةً بحكم أوامره ونواهيه؛ كان من أهل العلم الذين جعلهم الله حجةً على ما جاء به الرسول، احتجَّ الله بهم على المكذِّبين المعاندين كما في هذه الآية وغيرها.
6. Yüce Allah, öldükten sonra dirilişi inkâr edenleri ve Rasûlüne indirdiğinin hak olmadığı görüşünde olanları söz konusu ettikten sonra kullar arasından ilâhî tevfike mazhar olan ilim ehlinin durumlarını söz konusu etmektedir. Bunların görüşüne göre ise Allah’ın, Rasûlüne indirdiği kitap ve bu kitabın içerdiği haberler, hakkın ta kendisidir. Hatta hak sadece bu kitabın içerisindedir. Ona muhalif ve aykırı olan şeyler ise hiç şüphesiz batıldır. Çünkü onların ilmi, yakîn derecesine ulaşmıştır. Yine onların kanaatine göre Kur’an, emir ve yasaklarında “Azîz ve Hamîd olanın yoluna hidayet” etmektedir. İşte onlar, Kur’an’ın haber verdiklerinin kesin doğru olduğuna birçok bakımdan kesin kanaat getirmişlerdir: Haber verenin doğruluğunu bilmeleri, bu haberlerin vakıadaki olaylara ve önceden gönderilmiş kitaplara uygun düşmesi, yine verdiği haberlerin gözle görülecek şekilde meydana geldiğini görmeleri, iç dünyalarında olsun, dış dünyalarında olsun bu haberlere delâlet ve tanıklık eden pek büyük âyetleri ve belgeleri görmeleri, onların Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının delâletlerine uygun düşmesi bunlardan bazılarıdır. Yine onlar, onun emir ve yasaklarının dosdoğru yola ilettiğini, bu yolun da nefsi arındıran, ecri artıran, yapana ve başkalarına fayda veren, dürüstlük, ihlas, anne-babaya iyilik yapıp akrabalık bağını gözetmek, bütün insanlara iyilikte bulunmak gibi emirleri içerdiğini; çirkin, ruhu kirleten, ecirleri yok eden kötü her türlü sıfatı da yasakladığını; şirk, zina, faiz, canlarda, mallarda namus ve haysiyetlerde zulüm ve haksızlık gibi günah ve vebali gerektiren her türlü hususu men ettiğini görürler. İşte bu, ilim ehli için büyük bir şeref ve üstünlük, onların çok önemli bir alâmetidir. Gerçek şu ki, kulun ilmi ve Rasûlün getirdiği haberleri tasdiki ne kadar büyük, emir ve yasakların hikmetlerine dair bilgisi ne kadar çok olursa, o derece Yüce Allah’ın, Rasûlün getirdiklerine dair delil olarak gösterdiği ilim ehlinden olur. Nitekim bu âyet-i kerimede ve diğerlerinde Yüce Allah, ilim ehlini inatçı yalanlayıcılara karşı bir delil olarak göstermiştir.
Ayet: 6 - 9 #
{وَيَرَى الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ الَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ هُوَ الْحَقَّ وَيَهْدِي إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ (6) وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلَى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ إِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ إِنَّكُمْ لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ (7) أَفْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَمْ بِهِ جِنَّةٌ بَلِ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَعِيدِ (8) أَفَلَمْ يَرَوْا إِلَى مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ إِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْأَرْضَ أَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفًا مِنَ السَّمَاءِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ (9)}.
7- O kafirler dediler ki: (Öldükten sonra) çürüyüp paramparça olduğunuz zaman sizlerin kesinlikle yeniden yaratılacağınızı haber veren bir adamı size gösterelim mi?!” 8- “Allah’a karşı yalan mı uyduruyor yoksa onda bir delilik mi var (anlamadık)!?” Hayır, âhirete iman etmeyenler, azap ve uzak bir sapıklık içindedirler. 9- Gerek gökte gerek yerde önlerinde ve arkalarında bulunanlara hiç bakmazlar mı? Dilersek onları yerin dibine geçiririz yahut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda (Rabbine) yönelen her bir kul için elbette bir ibret vardır.
#
{7} أي: {وقال الذين كفروا}: على وجه التكذيب والاستهزاء والاستبعاد، وذِكْر وجه الاستبعاد؛ أي: قال بعضُهم لبعض: {هل ندلُّكم على رَجُل يُنَبِّئُكُم إذا مُزِّقْتُم كلَّ مُمَزَّقٍ إنَّكم لَفي خَلْقٍ جديدٍ}؛ يعنون بذلك الرجل رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم -، وأنَّه رجلٌ أتى بما يُستغرب منه، حتى صار بزعمهم فرجةً يتفرَّجون عليه وأعجوبةً يسخرون منه، وأنَّه كيف يقولُ: إنكم مبعوثون بعد ما مَزَّقَكُمُ البِلى وتفرَّقت أوصالُكم، واضمحلَّتْ أعضاؤكم!
7. “O kafirler” yalanlamak, alay etmek ve dirilişin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmek üzere “dediler ki: (Öldükten sonra) çürüyüp paramparça olduğunuz zaman sizlerin kesinlikle yeniden yaratılacağınızı haber veren bir adamı size gösterelim mi?!” Bu adam ile kastettikleri, Allah Rasûlüdür. Onlara göre o, garip karşılanacak bir şeyler bildirmektedir. O kadar ki onlara göre o, seyredilecek ve söyledikleri ile alay edilecek kadar hayret edilecek bir haldedir. O nedenle şöyle diyorlar: “Çürüyüp darmadağın olduktan sonra, eklemler parçalanıp ayrıldıktan, organlar yok olup gittikten sonra nasıl olur da yeniden yaratılacaksınız, diyebiliyor bu adam?”
#
{8} فهذا الرجلُ الذي يأتي بذلك: هل افْتَرَى {على الله كَذِباً}: فتجرَّأ عليه وقال ما قال، {أم به جِنَّةٌ}: فلا يُستغرب منه؛ فإنَّ الجنون فنونٌ، وكلُّ هذا منهم على وجه العناد والظُّلم، ولقد علموا أنه أصدقُ خلقِ الله وأعقلُهم، ومِنْ علمِهِم أنَّهم أبدووا وأعادوا في معاداتهم، وبذلوا أنفُسَهم وأموالَهم في صدِّ الناس عنه؛ فلو كان كاذباً مجنوناً؛ لم ينبغ لكم يا أهل العقول غير الزاكيةِ أن تُصْغوا لما قال ولا تحتَفِلوا بدعوتِهِ؛ فإنَّ المجنون لا ينبغي للعاقل أن يُلْفِتَ إليه نَظَرَه أو يبلغَ قولُهُ منه كلَّ مبلغ، ولولا عنادُكم وظلمُكم؛ لَبادَرْتُم لإجابته ولَبَّيْتُم دعوتَه، ولكن ما تُغني الآياتُ والنُّذر عن قوم لا يؤمنون، ولهذا قال تعالى: {بل الذين لا يؤمنونَ بالآخرةِ}، ومنهم الذين قالوا تلك المقالَة {في العذابِ والضَّلال البعيدِ}؛ أي: في الشقاء العظيم والضلال البعيدِ الذي ليس بقريبٍ من الصواب، وأيُّ شقاءٍ وضلال أبلغُ من إنكارِهم لقدرةِ الله على البعثِ، وتكذيِبِهم لرسولهم الذي جاء به، واستهزائِهِم به، وجزمِهِم بأنَّ ما جاؤوا به هو الحقُّ فرأوا الحقَّ باطلاً والباطل والضلال حقًّا وهدى؟!
8. “Bunları söyleyen kişi, bu sözleri ile “Allah’a karşı yalan mı uyduruyor” O’na karşı cüretkârlık ederek mi bu sözleri söyler, “yoksa onda bir delilik mi var (anlamadık)!?” Eğer öyleyse bu söyledikleri garip karşılanmaz. Çünkü delilik çeşit çeşittir. Bütün bu söyledikleri, inat ve zulüm üzere söylenmiştir. Yoksa onlar, peygamberin insanların en doğru sözlüsü ve en akıllısı olduğunu kesinlikle biliyorlardı. Bunu bildikleri için de düşmanlıklarını tekrar tekrar ortaya koydular, insanları onun sözlerini dinlemekten engellemek için canlarını ve mallarını feda ettiler. Ey temiz olmayan akıl sahipleri! Gerçekten o, yalan söyleyen bir deli olsaydı, sizin onun söylediklerine kulak vermemeniz, onun çağrısına hiçbir şekilde aldırış etmemeniz gerekirdi. Çünkü akıllı bir kimsenin, delinin söylediklerine hiçbir şekilde önem vermemesi yahut onun söylediği sözün bu kadar ileri derecede kendisini etkilememesi gerekirdi. Sizin inadınız ve zulmünüz olmasaydı hiç şüphesiz onun çağrısını kabul etmekte elinizi çabuk tutardınız. Ancak: “O âyetler ve korkutmalar iman etmeyen bir topluluğa fayda vermez.” (Yunus, 10/21) Bundan dolayı Yüce Allah, devamla şöyle buyurmaktadır: “Hayır, âhirete iman etmeyenler” ki onlardan bir kısmı da bu sözleri söyleyenlerdir “azap ve uzak bir sapıklık içindedirler.” Büyük bir bedbahtlık ve doğruya hiçbir şekilde yakınlığı bulunmayan, haktan alabildiğine uzak bir sapıklık içindedirler. Allah’ın, öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu inkâr edişlerinden, bunu bildiren Rasûlünü yalanlayarak onunla alay edişlerinden, onun getirdiklerinin hak olduğunu kesin olarak bildikleri halde hakkı batıl, batıl ve sapıklığı ise hak ve hidâyet olarak görmelerinden daha ileri derecede bir bedbahtlık ve sapıklık olabilir mi?
#
{9} ثم نبَّههم على الدليل العقلي الدالِّ على عدم استبعاد البعث الذي استبعدوه، وأنَّهم لو نظروا إلى ما بين أيديهم وما خلفهم من السماء والأرض، فرأوا من قدرة الله فيهما ما يُبْهِرُ العقول، ومن عظمتِهِ ما يُذْهِلُ العلماء الفحول، وأنَّ خلقَهما وعظمتَهما وما فيهما من المخلوقات أعظمُ من إعادة الناس بعد موتِهِم من قبورِهم؛ فما الحاملُ لهم على ذلك التكذيب مع التصديق بما هو أكبر منه؟! نعم؛ ذاك خبرٌ غيبيٌّ إلى الآن ما شاهدوه؛ فلذلك كذَّبوا به. قال الله: {إن نَشَأ نَخْسِفْ بِهِمُ الأرضَ أو نُسْقِطْ عليهم كِسَفاً من السماء}؛ أي: من العذاب؛ لأنَّ الأرض والسماء تحت تدبيرنا؛ فإنْ أمرناهما؛ لم يستعصيا؛ فاحذَروا إصرارَكم على تكذيبِكُم فنعاقِبَكُم أشدَّ العقوبة. {إنَّ في ذلك}؛ أي: خلق السماواتِ والأرضِ وما فيهما من المخلوقات {لآيةً لكلِّ عبدٍ منيبٍ}: فكلَّما كان العبدُ أعظم إنابةً إلى الله؛ كان انتفاعُه بالآياتِ أعظم؛ لأنَّ المنيبَ مقبلٌ إلى ربِّه، قد توجَّهت إرادتُه وهمَّاتُه لربِّه، ورجع إليه في كلِّ أمر من أموره، فصار قريباً من ربِّه، ليس له همٌّ إلاَّ الاشتغال بمرضاته، فيكون نظرُهُ للمخلوقات نظرَ فكرةٍ وعبرةٍ لا نظر غفلةٍ غير نافعةٍ.
9. Daha sonra Yüce Allah, dikkatlerini aklî bir delile çekmektedir. Bu delil, öldükten sonra dirilişin gördükleri gibi uzak olmadığını göstermektedir. Eğer önlerinde ve arkalarında bulunan semaya ve arza bakacak olsalar hiç şüphesiz Yüce Allah’ın bunlardaki göz kamaştırıcı kudretini görürler, en ileri ilim adamlarını bile dehşete düşürecek boyutlardaki azametine tanık olurlardı. Göklerin ve yerin yaratılmasının, bunların büyüklüklerinin ve her ikisinde bulunan bunca mahlukatın var edilişinin, öldükten sonra insanların kabirlerinden diri olarak çıkarılmasından daha muazzam olduğunu anlarlardı. Peki, bundan daha büyük şeyleri tasdik ettikleri halde öldükten sonra dirilişi yalanlamaya onları iten nedir? Evet, şüphesiz ki bu, şu ana kadar gaybî bir haberdir. Onlar bunu görmemektedirler. İşte onu yalanlayışlarının sebebi de budur. Allah da şöyle buyurmaktadır: “Dilersek onları yerin dibine geçiririz yahut gökten üzerlerine” azaptan “parçalar düşürürüz.” Çünkü gökler ve yer, bizim irademiz ve emrimiz altındadır. Emir verecek olursak, bize karşı gelemezler. Öyleyse yalanlamalarınız üzere ısrar etmekten sakının. Yoksa sizi en ağır cezalarla cezalandırırız. “Şüphesiz bunda” göklerin, yerin ve her ikisinde bulunan bunca varlıkların yaratılmasında Rabbine “yönelen her bir kul için elbette bir ibret vardır.” Kulun Yüce Allah’a yönelişi ne kadar büyük olursa, ilâhî delillerden yararlanması da o kadar büyük olur. Çünkü Rabbine yönelen kimse O’na dönmüştür. Böyle bir kimsenin iradesi ve bütün gayreti Rabbinin rızasına yöneliktir. Bütün işlerinde Rabbine döner. Bu yüzden Rabbine oldukça yakındır. Onun Allah’ı razı edecek şeylerle uğraşmaktan başka hiçbir gayesi yoktur. Mahlukata bakışı da tefekkür ve ibret bakışıdır. Faydasız ve gafilane bir bakış değildir.
Ayet: 10 - 11 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ مِنَّا فَضْلًا يَاجِبَالُ أَوِّبِي مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَأَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ (10) أَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (11)}.
10- Andolsun ki Davud’a katımızdan bir lütuf/üstünlük verdik. “Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin.” (dedik). Ona demiri de yumuşattık. 11- “Bol ve uzun zırhlar yap ve dokumayı ölçülü tut. (Ailece) salih amel işleyin. Çünkü ben yaptıklarınızı çok iyi görmekteyim.” (dedik).
#
{10 ـ 11} أي: ولقد مَننا على عبدنا ورسولنا داود عليه الصلاة والسلام، وآتيناه فضلاً من العلم النافع والعمل الصالح والنعم الدينيَّة والدنيويَّة: ومن نعمِهِ عليه: ما خصَّه به من أمرِهِ تعالى الجمادات كالجبال والحيوانات من الطيور أن تؤوِّبَ معه وتُرَجِّعَ التسبيحَ بحمدِ ربِّها مجاوبةً له، وفي هذا من النعمة عليه أنْ كان ذلك من خصائصه التي لم تكنْ لأحدٍ قبلَه ولا بعدَه، وأنَّ ذلك يكون منهضاً له ولغيره على التسبيح إذا رأوا هذه الجماداتِ والحيواناتِ تتجاوبُ بتسبيح ربِّها وتمجيدِهِ وتكبيرِهِ وتحميدِهِ؛ كان ذلك مما يُهيج على ذكر الله تعالى. ومنها: أنَّ ذلك كما قال كثيرٌ من العلماء أنَّه طرباً بصوت داودَ؛ فإنَّ الله تعالى قد أعطاه من حُسن الصوت ما فاق به غيرَه، وكان إذا رجَّعَ التسبيحَ والتهليلَ والتمجيدَ بذلك الصوت الرخيم الشَّجِيِّ المطرِب؛ طربَ كلُّ مَنْ سَمِعَهُ من الإنس والجنِّ، حتى الطيور والجبال، وسبَّحت بحمدِ ربِّها. ومنها: أنَّه لعله ليحصل له أجر تسبيحها، لأنه سبب ذلك، وتسبح تبعاً له. ومن فضله عليه أن ألانَ له الحديدَ؛ ليعملَ الدروع السابغاتِ، وعلَّمه تعالى كيفيَّة صنعتِهِ؛ بأن يقدِّرَه في {السردِ}؛ أي: يقدِّره حَلَقاً ويصنعُه كذلك ثم يُدْخِلُ بعضها ببعض، قال تعالى: {وعلَّمْناه صنعةَ لَبوس لكم لِتُحْصِنَكُم من بأسِكُم فهل أنتم شاكرونَ}، ولمَّا ذَكَرَ ما امتنَّ به عليه وعلى آله؛ أمره بشكرِهِ وأن يَعْمَلوا صالحاً، ويراقِبوا الله تعالى فيه بإصلاحه وحفظِهِ من المفسداتِ؛ فإنَّه بصيرٌ بأعمالهم، مطَّلع عليها، لا يخفى عليه منها شيءٌ.
10-11. Yani bizler, kulumuz ve rasûlümüz Davud aleyhisselam’a lütuf ve ihsanda bulunmuş, ona faydalı ilimden, salih amelden, dinî ve dünyevî nimetlerden pek üstün şeyler vermiştik. Yüce Allah’ın onun üzerindeki nimetlerinden özel olarak ihsan ettiği bazıları, dağlar gibi cansızlara, kuşlar gibi birtakım hayvanlara emir vererek, onunla birlikte tesbihte bulunmaları, ona icabet ederek Rabbine hamd ve tesbihi tekrarlamalarıdır. Bu, ona verilen bir nimetti. Çünkü bu, ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra kimseye nasip olmamış ve olmayacak olan özelliklerindendir. Ayrıca canlı ve cansız varlıkların Rablerinin tesbih edilmesine, şanının yüceltilmesine, tekbir ve hamd edilmesine cevap vermeleri hem onun için hem de başkası için bir teşviktir. Bu, Yüce Allah’ı anmak için kişiyi harekete geçiren bir husustur. Ona verilen nimetlerden bir diğeri de güzel sestir. Zira pek çok ilim adamının belirttiği gibi bu durum, Davud aleyhisselam’ın sesi dolayısı ile neşveye gelmeleri şeklinde oluyordu. Çünkü Yüce Allah, ona başkasına üstünlük sağlayacak şekilde güzel bir ses vermişti. O, bu oldukça güzel ve neşelendirici sesi ile yüksek bir şekilde tesbih, tehlil ve temcîd (Allah’ın şanını yüceltmek) yaptı mı insanlardan olsun, cinlerden olsun onu işiten herkes -hatta kuşlar ve dağlar bile- neşveye gelir ve Rabbini hamd ile tesbih ederdi. Yine bu ilâhî nimetlerden birisi şudur: Onların tesbih etmelerinin ecri de muhtemelen ona yazılıyordu. Çünkü o, buna vesile oluyor ve bu varlıklar da ona tâbi olarak tesbih ediyordu. Allah’ın ona olan lütuf ve ihsanlarından birisi de demiri ona yumuşatmış olması idi. Böylelikle vücudu boydan boya örten zırhlar yapabiliyordu. Ayrıca Yüce Allah, kendisine bu zırhları yapma sanatını da öğretmişti. Dokumada işi nasıl ölçülü tutacağını da bildirmişti. Yani o, bu zırhları halkalar halinde yapıyor, sonra da bunları birbirinin içine sokuyor ve böylece işliyordu. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Ve Biz ona, sizin faydanıza ve savaşlarınızda sizi korusun diye elbise/zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba şükredecek misiniz?” (el-Enbiya, 21/80) Allah Davud aleyhisselam’a ve onun aile halkına ihsan ettiği lütufları söz konusu edince onlara kendisine şükretmelerini, salih amel işlemelerini, bu amellerini ıslah ederek ve amelleri bozucu şeylerden koruyarak Yüce Allah’ı gözetmelerini emretti. Çünkü O, amellerini görendir, amellerinden haberdardır. Amellerinden hiçbir şey O’na gizli ve saklı kalmaz.
Ayet: 12 - 14 #
{وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ (12) يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَاءُ مِنْ مَحَارِيبَ وَتَمَاثِيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍ اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ (13) فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلَى مَوْتِهِ إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ (14)}.
12- Süleyman’ın emrine de rüzgarı verdik. O, sabah gidişinde bir aylık, akşam dönüşünde de bir aylık yol alırdı. Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık. Cinlerden bir kesim de Rabbinin emri ile onun önünde iş görürlerdi. Onlardan kim emrimizden saparsa biz ona alevli ateş azabından tattırırdık. 13- Onlar, onun için kaleler, heykeller, büyük havuzları andıran çanaklar ve yerlerinde sabit kazanlar gibi dilediği şeyleri yaparlardı. “Ey Dâvûd hanedanı! Şükre çalışın. Kullarımdan şükredenler pek azdır.” 14- Biz, onun ölümüne hükmettiğimizde cinlere onun öldüğünü bildiren şey, ancak asasını yiyen bir ağaç kurdu oldu. Nihâyet o, yıkılıp yere düşünce açıkça ortaya çıktı ki eğer cinler, gaybı biliyor olsaydılar, bu alçaltıcı azap içinde kalmaya devam etmezlerdi.
#
{12} لمَّا ذَكَرَ فضلَه على داود عليه السلام؛ ذكر فضلَه على ابنه سليمان عليه الصلاة والسلام، وأنَّ الله سخَّر له الريح تجري بأمرِهِ وتحمِلُه وتحمِلُ جميعَ ما معه وتقطعُ المسافة البعيدةَ جدًّا في مدةٍ يسيرةٍ، فتسير في اليوم مسيرة شهرين: {غدوُّها شهرٌ}؛ أي: أول النهار إلى الزوال، {ورواحُها شهرٌ}: من الزَّوال إلى آخر النهار، {وأسَلْنا له عَيْنَ القِطْرِ}؛ أي: سخَّرْنا له عينَ النُّحاس وسهَّلْنا له الأسباب في استخراج ما يُستخرج منها من الأواني وغيرها، وسخَّرَ اللهُ له أيضاً الشياطين والجنَّ لا يقدِرون أن يستعصوا عن أمرِهِ، {ومن يَزِغْ منهم عن أمرِنا نُذِقْه من عذاب السعير}.
12. Allah, Davud aleyhisselam’a olan lütfunu söz konusu ettikten sonra oğlu Süleyman aleyhisselam’a olan lütfunu, ona rüzgarı emri ile akıp gitmek üzere amade kılmış olduğunu, rüzgarın onu ve beraberindekileri taşıyıp götürdüğünü, oldukça uzak bir yolu kısacık bir zamanda alarak bir gün zarfında iki aylık mesafeyi kat ettiğini söz konusu etmektedir. “O, sabah” yani günün başından öğle vaktine kadarki “gidişinde bir aylık, akşam” öğleden günün sonuna kadar olan vakitteki “dönüşünde de bir aylık yol alırdı. Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık.” Bakır pınarını onun emrine verdik ve bakırdan yapılması mümkün olan kap kacak ve başka şeyleri kolaylıkla yapabilecek şekilde sebepleri kolaylaştırdık. Aynı şekilde şeytan ve cinleri de onun emrine verdik. Onun emrine karşı gelebilecek güçleri de yoktu: “Onlardan kim emrimizden saparsa Biz ona alevli ateş azabından tattırırdık.”
#
{13} وأعمالُهم ؛ كلُّ ما شاء سليمان عَمِلوه؛ {من محاريبَ}: وهو كلُّ بناءٍ يُعقد وتحكم به الأبنية؛ فهذا فيه ذكرُ الأبنية الفخمة. {وتماثيلَ}؛ أي: صور الحيوانات والجمادات من إتقانِ صنعتهم، وقدرتِهِم على ذلك، وعملهم لسليمان. {وجفانٍ كالجوابِ}؛ أي: كالبرك الكبار يعملونها لسليمان للطعام؛ لأنَّه يحتاجُ إلى ما لا يحتاج إليه غيره. {و} يعملونَ له قدوراً {راسياتٍ}: لا تُزالُ عن أماكِنِها من عِظَمِها، فلما ذكر مِنَّتَه عليهم؛ أمَرَهم بشكرها، فقال: {اعْمَلوا آل داودَ}: وهم داودُ وأولادهُ وأهلُه؛ لأنَّ المنَّةَ على الجميع، وكثير من هذه المصالح عائدٌ لكلِّهم {شُكراً}: لله على ما أعطاهم، ومقابلةً لما أولاهم. {وقليلٌ من عبادي الشَّكورُ}: فأكثرُهم لم يشكُروا الله تعالى على ما أوْلاهم من نعمِهِ ودَفَعَ عنهم من النقم. والشكرُ: اعترافُ القلب بمنَّةِ الله تعالى، وتلقِّيها افتقاراً إليها، وصرفُها في طاعة الله تعالى، وصونُها عن صرفها في المعصية.
13. Onların yaptıkları işler, Süleyman aleyhisselam’ın yapmalarını dilediği her türlü işti. “Kaleler” (diye meali verilen) “محاريب” kelimesi, inşa edilen ve kendisi vasıtası ile binaların muhkem kılındığı her türlü yapı demektir. Bu ifadeyle oldukça muhteşem binaların yapıldığı anlatılmak istenmektedir. “Heykeller” yani bu işi sağlam yapmaları ve bu konuda güçleri dolayısı ile canlı cansız varlıkların suretlerini yaparlardı. “Büyük havuzları andıran çanaklar” Süleyman aleyhisselam, başkasının ihtiyaç duymadığı şeylere ihtiyaç duyduğundan dolayı onlara bu kadar büyük çanakları yemek pişirmek için yaptırıyordu. “Ve” onun için “yerlerinde sabit” büyüklükleri sebebi ile yerlerinden kıpırdatılamayan “kazanlar gibi dilediği şeyleri yaparlardı.” Allah, onlara olan lütfunu söz konusu ettikten sonra bu nimet ve lütfuna şükretmelerini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Ey Dâvûd Hanedanı” bunlar, Dâvûd, onun çocukları ve aile halkıdır, “şükre çalışın.” Yüce Allah burada hepsine seslendi, çünkü bu lütuf onların hepsine yönelik idi ve bu fayda ve maslahatların pek çoğundan hepsi istifade edebiliyorlardı. O nedenle Allah’ın kendilerine verdiği şeylere ve onlara ihsan ettiklerine karşılık olmak üzere şükretmeleri istenmiştir. “Kullarımdan şükredenler pek azdır.” Onların çoğunluğu, Yüce Allah’a, kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetlere, onlardan uzaklaştırmış olduğu musibetlere karşı şükretmezler. Şükür, kalbin Allah’ın lütfunu itiraf etmesi, bu nimet ve lütufları onlara muhtaç olduğu şuuru ile Yüce Allah’a itaat yönünde kullanması, onları masiyet için kullanmaktan sakınması demektir.
#
{14} فلم يزل الشياطينُ يعملون لسليمانَ عليه الصلاة والسلامُ كلَّ بناءٍ، وكانوا قد موَّهوا على الإنس، وأخبروهم أنهم يعلمون الغيبَ، ويطَّلعون على المكنوناتِ، فأرادَ اللَّه تعالى أن يُرِيَ العبادَ كَذِبَهم في هذه الدعوى، فمكثوا يعملون على عملِهِم، وقضى الله الموتَ على سليمان عليه السلام، واتَّكأ على عصاه، وهي المنسأة، فصاروا إذا مروا به وهو متَّكئٌ عليها؛ ظنُّوه حيًّا وهابوه، فغدوا على عَمَلِهِم كذلك سنةً كاملةً على ما قيل، حتى سُلِّطَتْ دابةُ الأرض على عصاه، فلم تزل ترعاه حتى باد وسقط، فسقط سليمان، وتفرقتِ الشياطينُ وتبينتِ الإنسُ أنَّ الجنَّ {لو كانوا يعلمونَ الغيبَ ما لَبِثوا في العذابِ المُهين}: وهو العملُ الشاقُّ عليهم؛ فلو علموا الغيبَ؛ لعلموا موتَ سليمان الذي هم أحرص شيءٍ عليه ليسلموا ممَّا هم فيه.
14. Şeytanlar Süleyman aleyhisselam’a her türlü yapıyı inşa etmeye devam ettiler. İnsanlara karşı da gerçekleri başka türlü göstermeye kalkışmış, kendilerinin gaybı bildiklerini, gizli saklı şeylere muttali olduklarını haber vermişlerdi. Yüce Allah da bu iddialarında yalancı olduklarını göstermek istediğinden bu işlerde çalıştıkları sırada Süleyman aleyhisselam’ın ölüm hükmünü verdi. O, bu sırada asasına dayanmıştı. Böylece cinler, onun yanından geçip asasına dayalı olduğunu gördüklerinde hayatta olduğunu zannediyor, ondan korkarak çalışmalarına devam ediyorlardı. Bu halleri -denildiğine göre- tam bir yıl süre ile devam etti. Nihâyet bir ağaç kurdu onun asasının içine girdi ve bu asayı yedi. Nihâyet asa çürüyüp kırılınca Süleyman aleyhisselam yere düştü. Böylelikle şeytanlar, öldüğünü anladıkları için dağılıp gittiler. Bu suretle insanlar da şu âyet-i kerimede dile getirilen gerçeği anladılar: “Eğer cinler, gaybı biliyor olsaydılar, bu alçaltıcı azap içinde kalmaya devam etmezlerdi.” Böylelikle insanlar cinlerin gaybı bilmediklerini anladılar. Çünkü kendilerine çok ağır gelen bu işlere devam ediyorlardı. Gaybı bilmiş olsalardı bilmeyi en çok isteyecekleri gayp bilgisi olan Süleyman aleyhisselam’ın ölümünü bilirlerdi. Çünkü böylelikle içinde bulundukları bu yorucu ve ağır işlerden kurtulabileceklerdi.
Ayet: 15 - 21 #
{لَقَدْ كَانَ لِسَبَإٍ فِي مَسْكَنِهِمْ آيَةٌ جَنَّتَانِ عَنْ يَمِينٍ وَشِمَالٍ كُلُوا مِنْ رِزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ (15) فَأَعْرَضُوا فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ أُكُلٍ خَمْطٍ وَأَثْلٍ وَشَيْءٍ مِنْ سِدْرٍ قَلِيلٍ (16) ذَلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِمَا كَفَرُوا وَهَلْ نُجَازِي إِلَّا الْكَفُورَ (17) وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ سِيرُوا فِيهَا لَيَالِيَ وَأَيَّامًا آمِنِينَ (18) فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ أَسْفَارِنَا وَظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ أَحَادِيثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ (19) وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ إِبْلِيسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ إِلَّا فَرِيقًا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (20) وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْآخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فِي شَكٍّ وَرَبُّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ (21)}.
15- Andolsun ki Sebeliler için kendi yurtlarında bir ibret vardı: Sağda ve solda iki bahçeleri vardı. “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. İşte güzel bir yurt ve bağışlayıcı bir Rab!” (dendi onlara.) 16- Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik ve onların o iki bahçesini içinde buruk yemişli ağaçlar, ılgın ve biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. 17- İşte küfürleri/nankörlükleri sebebi ile onları böyle cezalandırdık. Zaten biz, kafirlerden/nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız hiç? 18- Oranın halkı ile bereketli kıldığımız memleketler arasında biri diğerinden görünen (komşu) şehirler var ettik ve buralarda (meşakkatsiz bir) seyir güzergahı takdir ettik. “Oralarda hem geceleri hem gündüzleri güven içinde yol alın” (dedik.) 19- Ama onlar: “Rabbimiz! Yolculuk güzergahlarımızın arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları (ibretlik) birer hikaye yaptık ve tamamen darmadağın ettik. Şüphesiz bunda pek sabırlı ve çok şükreden herkes için ibretler vardır. 20- Andolsun İblis, onlar hakkında tahminini doğru çıkardı. Mü’minlerden bir grup dışında hepsi ona uydular. 21- Halbuki onun, onlar üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktu. Ancak biz, âhirete iman eden kimse ile ondan yana şüphede olanları ayırt edip ortaya çıkarmak için böyle yaptık. Rabbin her şeyi görüp gözetendir.
#
{15 ـ 19} سبأ قبيلةٌ معروفةٌ في أداني اليمن، ومسكنُهم بلدةٌ يُقالُ لها: مأرِب، ومن نعم الله ولطفِهِ بالناس عموماً وبالعرب خصوصاً أنه قصَّ في القرآن أخبار المهلكين والمعاقَبين ممَّنْ كان يجاوِرُ العرب، ويشاهدُ آثاره، ويتناقلُ الناس أخبارَه؛ ليكونَ ذلك أدعى إلى التصديق وأقربَ للموعظة، فقال: {لقد كان لسبأٍ في مسكنِهِم}؛ أي: محلِّهم الذي يسكنون فيه {آيةٌ}: والآيةُ هنا ما أدرَّ الله عليهم من النعم، وصرف عنهم من النقم، الذي يقتضي ذلك منهم أن يَعْبُدوا الله ويشكُروه. ثم فسَّرَ الآية بقوله: {جنَّتانِ عن يمينٍ وشمال}: وكان لهم وادٍ عظيمٌ تأتيه سيولٌ كثيرةٌ، وكانوا بنوا سدًّا محكماً يكون مجمعاً للماء، فكانت السيول تأتيه، فيجتمع هناك ماءٌ عظيمٌ، فيفرِّقونَه على بساتينهم التي عن يمين ذلك الوادي وشماله، وتُغِلُّ لهم تلك الجنتان العظيمتان من الثمار ما يكفيهم ويَحْصُلُ لهم به الغبطةُ والسرورُ، فأمرهم الله بشكرِ نِعَمِهِ التي أدرَّها عليهم من وجوه كثيرة: منها: هاتان الجنَّتان اللتان غالب أقواتهم منهما. ومنها: أنَّ الله جعل بَلَدَهُم بلدةً طيبةً لحسن هوائها وقلَّة وَخَمِها وحصول الرزق الرغد فيها. ومنها: أنَّ الله تعالى وَعَدَهم إن شكروه أن يغفرَ لهم ويرحَمَهم، ولهذا قال: {بلدةٌ طيبةٌ وربٌّ غفورٌ}. ومنها: أنَّ الله لما علم احتياجَهم في تجاراتِهِم ومكاسِبِهم إلى الأرض المباركة ـ الظاهرُ أنَّها قُرى صنعاء كما قاله غيرُ واحدٍ من السلف، وقيل: إنَّها الشامُ ـ؛ هيَّأ لهم من الأسباب ما به يتيسَّر وصولُهم إليها بغايةِ السُّهولة من الأمن وعدم الخوف وتواصُل القرى بينهم وبينها؛ بحيثُ لا يكون عليهم مشقَّةٌ بحمل الزاد والمزاد، ولهذا قال: {وجعلنا بينهم وبين القرى التي بارَكْنا فيها قرىً ظاهرةً وقدَّرْنا فيها السيرَ}؛ أي: سيراً مقدراً يعرفونه ويحكمونَ عليه بحيث لا يتيهونَ عنه ليالي وأياماً. {آمنينَ}؛ أي: مطمئنين في السير في تلك الليالي والأيام غير خائفينَ، وهذا من تمام نعمةِ الله عليهم أنْ أمَّنَهم من الخوف. فأعْرَضوا عن المنعِم وعن عبادتِهِ، وبَطِروا النعمةَ وملُّوها، حتى إنَّهم طلبوا وتمنَّوا أن تتباعد أسفارُهم بين تلك القرى التي كان السير فيها متيسراً. {وظلموا أنْفُسَهم}: بكفرِهِم بالله وبنعمتِهِ، فعاقَبَهُمُ الله تعالى بهذه النعمة التي أطْغَتْهم، فأبادها عليهم، فأرسل عليها {سيلَ العَرِم}؛ أي: السيل المتوعِّر الذي خَرَّبَ سدَّهم، وأتلف جناتهم، وخرَّبَ بساتينَهم، فتبدَّلت تلك الجناتُ ذات الحدائق المعجِبَة والأشجار المثمرة، وصار بَدَلَها أشجارٌ لا نفعَ فيها. ولهذا قال: {وبدَّلْناهم بجنَّتَيْهم جنتينِ ذواتي أكُل}؛ أي: شيءٍ قليل من الأكل الذي لا يقع منهم موقعاً، {خَمْطٍ وأثْلٍ وشيءٍ من سدرٍ قليل}: وهذا كله شجرٌ معروفٌ، وهذا من جنس عملهم؛ فكما بدَّلوا الشكر الحسن بالكفر القبيح؛ بُدِّلُوا تلك النعمة بما ذكر. ولهذا قال: {ذلك جَزَيْناهم بما كفروا وهل نُجازي إلاَّ الكفورَ}؛ أي: وهل نُجازي جزاء العقوبة ـ بدليل السياق ـ إلاَّ مَنْ كَفَرَ بالله وبَطِرَ النعمة؟! فلمَّا أصابَهم ما أصابَهم؛ تفرَّقوا وتمزَّقوا بعدما كانوا مجتمعينَ، وجَعَلَهُمُ الله أحاديثَ يُتَحَدَّث بهم وأسماراً للناس، وكان يُضْرَبُ بهم المثلُ، فيقالُ: «تفرَّقوا أيدي سبأ»؛ فكلُّ أحدٍ يتحدَّث بما جرى لهم، ولكنْ لا ينتفعُ بالعبرة فيهم إلاَّ مَنْ قال الله: {إنَّ في ذلك لآياتٍ لكلِّ صبارٍ شكورٍ}: صبَّارٍ على المكاره والشدائدِ، يتحمَّلُها لوجه الله، ولا يتسخَّطُها، بل يصبرُ عليها، شكورٍ لنعمة الله تعالى، يُقِرُّ بها، ويعترفُ، ويثني على من أولاها، ويصرِفُها في طاعته. فهذا إذا سمع بقصَّتِهم وما جرى منهم وعليهم؛ عَرَفَ بذلك أنَّ تلك العقوبة جزاءٌ لكفرِهم نعمةَ الله، وأنَّ مَنْ فَعَلَ مثلهم؛ فُعِلَ به كما فُعِلَ بهم، وأنَّ شُكْرَ الله تعالى حافظٌ للنعمة دافعٌ للنقمة، وأنَّ رُسُلَ الله صادقون فيما أخبروا به، وأنَّ الجزاء حقٌّ كما رأى أنموذَجَه في دار الدنيا.
15-19. Sebe’, Yemen’deki meşhur bir kabilenin adıdır. Yurtlarının adı da Me’rib idi. Yüce Allah’ın genel olarak bütün insanlara, özel olarak da Araplara ihsan ettiği nimet ve lütuflarından biri de Araplara komşu olan ve geride bıraktıkları eserleri görülen, helâk olmuş kavimlerin, insanların birbirlerine aktarageldikleri birtakım haberlerini Kur’ân-ı Kerîm’de anlatmış olmasıdır. Bundan maksat bunun Kur’ân’ı tasdik etmeyi daha bir teşvik edici olması ve öğüt alma ihtimalini yükseltmesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Sebeliler için kendi yurtlarında” yani yaşadıkları yerlerinde “bir ibret vardı.” Buradaki ibretten kasıt, Yüce Allah’ın kendilerine bol bol nimet ihsan etmiş olması ve onlardan birçok musibeti uzaklaştırmasıdır. Bu, Allah’a ibadet edip O’na şükretmelerini gerektiren bir husustu. Daha sonra Allah, bu ibretin mahiyetini şu buyruğu ile açıklamaktadır: “Sağda ve solda iki bahçeleri vardı.” Onların pek büyük bir vadileri vardı. Bu vadiden çokça sel akardı. Suları toplamak üzere oldukça sağlam bir set (baraj) inşa etmişlerdi. Seller buraya gelir ve bu setin arkasında çok büyük miktarda su birikirdi. Onlar da bu suyu vadinin sağ ve solunda bulunan bahçelerine dağıtırlardı. Böylelikle bu pek büyük bahçeler ihtiyaçlarına yetecek kadar mahsüller verir, gıpta edilecek bir halde ve sevinç içerisinde yaşar giderlerdi. Yüce Allah, kendilerine pek çok yönden ihsan etmiş olduğu nimetlerine şükretmelerini emretmişti ki bu nimetlerin bazıları şöylece sayılabilir: 1. Gıdalarının pek büyük çoğunluğunu elde ettikleri bu iki bahçeye sahip olmaları. 2. Yüce Allah, onlara havası güzel, nemi az ve rahat bir şekilde rızıklarını elde ettikleri güzel bir ülke vrmişti. 3. Yüce Allah, kendisine şükredecek olurlarsa günahlarını bağışlayacağını, onlara merhamet buyuracağını vaat etmişti. Onun için de burada: “İşte güzel bir yurt ve bağışlayıcı bir Rab!” buyurmaktadır. 4. Yüce Allah, ticaret ve kazançları için bereketleri bol topraklara gitme ihtiyaçları olduğunu bildiğinden onların gâyet kolay bir şekilde o topraklara ulaşmalarını sağlayacak sebepleri de hazırlamıştı. Anlaşıldığı kadarıyla bu bereketli topraklar -seleften birçok kimsenin söylediği üzere- San’a çevresindeki kasabalardır. Buranın Şam olduğu da söylenmiştir. İşte bu yerlere kolaylıkla, güven içinde ve korkudan uzak şekilde ulaşabilmelerini sağladı. Ülkeleri ile gidecekleri yerler arasında azık ve ihtiyaçlarını taşıma meşakkatine girmelerini gerektirmeyecek şekilde birbiri ardınca dizili komuş şehirler vardı. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Oranın halkı ile bereketli kıldığımız memleketler arasında biri diğerinden görünen (komşu) şehirler var ettik ve buralarda (meşakkatsiz bir) seyir güzergahı takdir ettik.” Yani onların yaptıkları bu yolculuğun süresi, onlar tarafından bilinirdi ve herhangi bir nedenle bu yolda kaybolmalarını önleyecek şekilde nasıl gidip geleceklerini tespit edebiliyorlardı. “Oralarda hem geceleri hem gündüzleri güven içinde yol alın.” Yani gece ve gündüz boyunca yolculuğunuzda korkuya kapılmaksızın huzur içerisinde gidin gelin, dedik. Yüce Allah’ın onları korkudan yana emin kılmış olması, üzerlerindeki nimetini tamamlayan bir unsurudur. Ancak onlar, bu nimetleri ihsan edenden, O’na ibadetten yüz çevirdiler ve şımarıp nankörlük ettiler. Hatta bu nimetin verdiği rahatlıktan usandılar ve nihâyet kolaylıkla yolculuk yaptıkları bu şehirler arasındaki yolculuk güzergahlarının birbirlerinden daha da uzaklaşmasını isteyecek ve temenni edecek hale geldiler. “Ve nefislerine” Allah’a karşı küfür, nimetlerine karşı da nankörlük etmek sureti ile “zulmettiler.” Allah da kendilerini azdıran bu nimet sebebi ile onları cezalandırdı. Nimetlerini de yok etti. Onların üzerlerine setlerini/barajlarını tahrip eden, bahçelerini yok eden, bağlarını-bostanlarını mahveden dehşetli bir sel olan Arim selini gönderdi. O pek hoş bahçeler ve mahsulleri bol ağaçlar yerine hiçbir faydası bulunmayan ağaçlar kaldı. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “…onların o iki bahçesini içinde buruk yemişli ağaçlar, ılgın ve biraz da sedir ağacı bulunan iki” önemsenecek bir şeye sahip olmayan az yiyecekli “iki bahçeye çevirdik.” Burada sözü edilen ağaçlar faydasız oldukları bilinen ağaçlardır. Bu da tam olarak onların amellerine uygun bir cezadır. Zira onlar, güzelce şükretmek yerine çirkin olan nankörlüğü seçtiklerinden dolayı üzerlerindeki nimet de bu şekilde değiştirilmiş oldu. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte küfürleri/nankörlükleri sebebi ile onları böyle cezalandırdık. Zaten biz, kafirlerden/nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız hiç?” Yani Allah’ı inkar edip, nimetler dolayısı ile şımaranlardan nankörlerden başkalarını cezalandırır mıyız ki? Bu musibet başlarına gelince daha önceleri bir arada bulunuyorlarken ayrılıp darmadağın oldular. Yüce Allah onları anlatılan ibretlik hikâyelere, gece sohbetlerinde nakledilen rivâyetlere dönüştürdü. O kadar ki bu dağılışları “Sebeliler gibi dağıldılar” şeklinde darb-ı mesel olmuş, herkes onların başlarına gelen olayları anlatır olmuştur. Ama onların bu ibretli hallerinden sadece Yüce Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerden başkası ibret alıp yararlanmaz: “Şüphesiz bunda pek sabırlı ve çok şükreden herkes için ibretler vardır.” Hoşuna gitmeyen şeylere ve zorluklara karşı Allah için tahammül eden, bunlara karşı öfkelenmeyen, aksine onlara katlanan çok sabırlı kimseler ile Yüce Allah’ın nimetlerini dile getirip itiraf eden, bu nimetleri ihsan edene övgülerde bulunan ve bunları O’na itaat uğrunda harcayan, Allah’ın nimetlerine çokça şükreden kimseler ibret alır. İşte onlar, böylelerinin kıssalarını, başlarından geçen olayları ve üzerlerine gönderilen azabı işittiklerinde şu gerçekleri anlarlar: Bu ceza, Allah’ın nimetine karşı nankörlük ettiklerinden dolayı başlarına gelmiştir ve onlar gibi hareket eden herkese de onlara yapılanın aynısı yapılacaktır. Allah’a şükretmek, nimeti muhafaza eder ve musibeti de önler. Allah’ın peygamberleri verdikleri haberlerde sadıktırlar. Ceza (amellerin karşılıklarının verilmesi) haktır. Tıpkı dünya yurdunda bunun örneklerini gördüğümüz gibi.
#
{20} ثم ذكر أنَّ قوم سبأ من الذين صَدَّقَ عليهم إبليسُ ظنَّه؛ حيث قال لربِّه: {فبعزَّتِكَ لأُغْوِيَنَّهُمْ أجمعينَ. إلاَّ عبادَكَ منهم المُخْلَصينَ}: وهذا ظنٌّ من إبليس لا يقينٌ؛ لأنَّه لا يعلم الغيبَ ولم يأتِهِ خبرٌ من الله أنَّه سيُغْويهم أجمعين؛ إلاَّ من استثنى؛ فهؤلاء وأمثالهم ممَّنْ صدَّقَ عليه إبليسُ ظنَّه ودعاهم وأغواهم، {فاتَّبَعوه إلاَّ فريقاً من المؤمنين}: ممَّنْ لم يكفرْ بنعمة الله؛ فإنَّه لم يدخُلْ تحتَ ظنِّ إبليس، ويُحتمل أنَّ قصة سبأ انتهت عند قولِهِ: {إنَّ في ذلك لآياتٍ لكلِّ صبارٍ شكورٍ}. ثم ابتدأ فقال: {ولقد صَدَّقَ عليهم}؛ أي: على جنس الناس، فتكون الآيةُ عامةً في كلِّ مَنِ اتَّبَعَهُ.
20. Daha sonra Yüce Allah, Sebe’ kavminin, İblis’in haklarında zannını doğru çıkardığı kimselerden olduklarını söz konusu etmektedir. Çünkü İblis Rabbine şöyle demişti: “İzzetin hakkı için hepsini mutlaka azdıracağım. Aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ.” (Sa’d, 38/82-83) Bu, İblis’in bir zannıdır/tahminidir, yakîn/kesin bilgisi değildir. Çünkü o, gaybı bilemez. İstisnâ ettiği kimseler dışında hepsini azdıracağına dair Allah’tan bir haber de ona gelmiş değildir. İşte Sebeliler ve benzerleri, İblis’in haklarında zannını doğru çıkardığı ve kendilerini davet edip azdırdığı kimselerdendir. “Mü’minlerden bir grup dışında hepsi ona uydular.” Bunlar, Allah’ın nimetine karşı nankörlük etmeyenlerdi. İşte onlar, İblis’in zannının kapsamına girmeyenlerdir. Sebe’ kavmi ile ilgili kıssanın: “Şüphesiz bunda pek sabırlı ve çok şükreden herkes için ibretler vardır” buyruğu ile sona ermiş olma ihtimali de vardır. Bundan sonra ise Yüce Allah: “Andolsun İblis onlar” yani tür olarak insanlar “hakkında tahminini doğru çıkardı” buyurarak yeni bir konuya başlamış olabilir. O takdirde bu âyet-i kerime, İblis’e tâbi olan herkes hakkında umumi demektir.
#
{21} ثم قال تعالى: {وما كان له}؛ أي: لإبليس {عليهم من سلطانٍ}؛ أي: تسلُّطٍ وقهرٍ وقسرٍ على ما يريده منهم، ولكنَّ حكمةَ الله تعالى اقتضت تسليطَه وتسويلَه لبني آدم؛ {لنعلم من يؤمنُ بالآخرة ممَّنْ هو منها في شكٍّ}؛ أي: ليقوم سوقُ الامتحان، ويُعْلَمَ به الصادقُ من الكاذب، ويُعْرَفَ مَنْ كان إيمانُه صحيحاً يثبتُ عند الامتحان والاختبار وإلقاءِ الشُّبَه الشيطانيَّةِ ممَّنْ إيمانُه غيرُ ثابتٍ يتزلزلُ بأدنى شبهةٍ ويزولُ بأقلِّ داع يدعوه إلى ضدِّه؛ فالله تعالى جعله امتحاناً يمتحن به عبادَه ويُظْهِرُ الخبيثَ من الطيب. {وربُّك على كلِّ شيءٍ حفيظٌ}: يحفظُ العباد ويحفظُ عليهم أعمالهم، ويحفظُ تعالى جزاءَها؛ فيوفِّيهم إيَّاها كاملة موفرةً.
21. Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Halbuki onun” İblis’in “onlar üzerinde hiçbir hakimiyeti” tasallutu, baskı kutrup emrine mecbur etme, yapmalarını istediği şeylere onları zorlama imkanı “yoktu.” Fakat Yüce Allah’ın hikmeti onlara musallat olmasını, Âdemoğullarına işlerini güzel gösterip onları aldatmaya çalışmasını gerektirmiştir. “Ancak biz âhirete iman eden kimse ile ondan yana şüphede olanları ayırt edip ortaya çıkarmak için böyle yaptık.” Yani böylelikle imtihan pazarı kurulsun, bu yolla kimin doğru ve samimi, kimin de yalancı olduğu ortaya çıksın, gerçek imana sahip olan kimse bu imtihan ve sınamada sebat göstererek, şeytanî şüpheleri bir kenara atarak ortaya çıksın, imanı sabit olmayan, aksine en basit şüphelerle sarsılıveren, imanın zıddına davet eden en ufak bir sebeple dahi ortadan kalkan bir imana sahip olandan ayırt edilsin. Yani Yüce Allah onu, kullarını kendisi ile sınadığı ve iyiyi kötüden ayırt ettiği bir imtihan olarak takdir etmiştir. “Rabbin her şeyi görüp gözetendir.” O, kulları da amellerini de görüp gözetir ve bilir. Bu amellerin karşılıklarını da onlara vermek için onları kaydeder. Sonra da karşılıklarını tam ve eksiksiz olarak verecektir.
Ayet: 22 - 23 #
{قُلِ ادْعُوا الَّذِينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَمَا لَهُمْ فِيهِمَا مِنْ شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُمْ مِنْ ظَهِيرٍ (22) وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ حَتَّى إِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ (23)}.
22- De ki: “Allah’ın dışında (ilah olduğunu) iddia ettiklerinize (istediğiniz kadar) yalvarın. Onlar, ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildirler. Onların gökte ve yerde hiçbir ortaklığı olmadığı gibi Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur. 23- O’nun katında izin verdiklerinden başkasının şefaati de fayda vermez. Nihâyet kalplerinden korku giderilince: “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. Onlar da: “Hakkı (buyurdu) derler. O, çok yücedir, çok büyüktür.
#
{22 ـ 23} أي: {قل}: يا أيها الرسولُ للمشركين بالله غيرَهُ من المخلوقاتِ التي لا تنفعُ ولا تضرُّ ملزماً لهم بعجزِها ومبيِّناً بطلان عبادتها: {ادعوا الذينَ زعمتُم من دون الله}؛ أي: زعمتموهم شركاء لله إنْ كان دعاؤكم ينفعُ؛ فإنَّهم قد توفرتْ فيهم أسبابُ العجز وعدم إجابة الدعاء من كلِّ وجه؛ فإنَّهم ليس لهم أدنى ملك، فلا يملكونَ مثقال ذرَّةٍ في السماوات والأرض: على وجه الاستقلال، ولا على وجه الاشتراك، ولهذا قال: {وما لهم}؛ أي: لتلك الآلهة الذين زعمتم {فيهما}؛ أي: في السماواتِ والأرض {من شِرْكٍ}؛ أي: لا شركٌ قليل ولا كثيرٌ؛ فليس لهم ملكٌ ولا شركة ملك. بقي أنْ يُقالَ: ومع ذلك؛ فقد يكونون أعواناً للمالك ووزراء له؛ فدعاؤهم يكون نافعاً؛ لأنَّهم بسبب حاجة الملك إليهم يقضون حوائج مَنْ تعلَّق بهم، فنفى تعالى هذه المرتبةَ، فقال: {وما له}؛ أي: للَّه تعالى الواحد القهار {منهم}؛ أي: من هؤلاء المعبودين {من ظهيرٍ}؛ أي: معاونٍ ووزيرٍ يساعده على الملك والتدبير. فلم يبقَ إلاَّ الشفاعةُ، فنفاها بقوله: {ولا تنفَعُ الشفاعةُ عنده إلا لِمَنْ أذِنَ له}: فهذه أنواع التعلُّقات التي يتعلَّقُ بها المشركون بأندادهم وأوثانهم من البشر والشجر والحجر وغيرهم، قَطَعَها الله وبيَّن بطلانَها تبييناً حاسماً لموادِّ الشرك قاطعاً لأصوله؛ لأنَّ المشرك إنَّما يدعو ويعبدُ غير الله؛ لما يرجو منه من النفع؛ فهذا الرجاء هو الذي أوجبَ له الشركَ؛ فإذا كان من يدعوه غير الله لا مالكاً للنفع والضرِّ ولا شريكاً للمالك ولا عوناً وظهيراً للمالك ولا يقدِرُ أن يَشْفَعَ بدون إذنِ المالك؛ كان هذا الدعاء وهذه العبادة ضلالاً في العقل باطلةً في الشرع، بل ينعكسُ على المشركِ مطلوبُه ومقصودُه؛ فإنَّه يريدُ منها النفع، فبيَّن الله بطلانه وعدمه، وبيَّن في آيات أُخَرَ ضررَها على عابديها ، وأنَّه يوم القيامةِ يكفرُ بعضُهم ببعض ويلعنُ بعضُهم بعضاً ومأواهم النارُ، وإذا حُشِرَ الناس كانوا لهم أعداءً وكانوا بعبادتهم كافرين. والعجب أن المشرك استكبر عن الانقياد للرسل بزعمهم أنهم بشرٌ، ورضي أن يَعْبُدَ ويدعو الشجر والحجر، استكبر عن الإخلاص للملك الرحمن الديان، ورضي بعبادةِ مَنْ ضَرُّهُ أقربُ من نفعِهِ طاعةً لأعدى عدوٍّ له وهو الشيطان! وقوله: {حتى إذا فُزِّعَ عن قلوبِهِم قالوا ماذا قال ربُّكُم قالوا الحقَّ وهو العليُّ الكبيرُ}: يُحتمل أنَّ الضمير في هذا الموضع يعودُ إلى المشركين؛ لأنهم مذكورون في اللفظ، والقاعدة في الضمائرِ أن تعودَ إلى أقرب مذكورٍ، ويكونُ المعنى: إذا كان يوم القيامةِ وفُزِّع عن قلوب المشركين؛ أي: زال الفزع وسُئِلوا حين رجعت إليهم عقولُهم عن حالهم في الدُّنيا وتكذيبهم للحقِّ الذي جاءت به الرسل؛ أنَّهم يقرُّون أنَّ ما هم عليه من الكفر والشرك باطلٌ، وأنَّ ما قال الله وأخبرت به عنه رسلُه هو الحقُّ، فبدا لهم ما كانوا يُخفون من قبلُ، وعلموا أن الحقَّ لله، واعترفوا بذُنوبهم. {وهو العليُّ}: بذاته فوقَ جميع المخلوقاتِ، وقهرُهُ لهم وعلوُّ قدره بما له من الصفات العظيمةِ جليلة المقدار. {الكبيرُ}: في ذاته وصفاته، ومن علوِّه أنَّ حكمه تعالى يعلو، وتُذْعِنُ له النفوسُ، حتى نفوس المتكبرينَ والمشركينَ، وهذا المعنى أظهرُ، وهو الذي يدلُّ عليه السياق. ويُحتمل أنَّ الضمير يعود إلى الملائكة، وذلك أنَّ الله تعالى إذا تكلَّم بالوحي؛ سمعتْه الملائكةُ فصُعِقوا وخرُّوا لله سجداً، فيكون أول من يرفعُ رأسهَ جبريلُ، فيكلِّمه الله من وحيه بما أراد؛ فإذا زال الصعقُ عن قلوب الملائكة وزال الفزعُ، فيسأل بعضُهم بعضاً عن ذلك الكلام الذي صعقوا منه: ماذا قال ربُّكم؟ فيقولُ بعضُهم لبعض: قال الحقَّ: إمَّا إجمالاً لعلمهم أنه لا يقول إلاَّ حقًّا، وإمَّا أن يقولوا: قال كذا وكذا ، للكلام الذي سمعوه منه، وذلك من الحقِّ. فيكون المعنى على هذا أنَّ المشركين الذين عبدوا مع الله تلك الآلهة التي وَصَفْنا لكم عجزها ونقصها وعدم نفعها بوجهٍ من الوجوه كيف صَدَفوا وصَرَفوا عن إخلاص العبادة للربِّ العظيم العليِّ الكبير الذي من عظمته وجلاله أنَّ الملائكة الكرام والمقرَّبين من الخلق يبلغ بهم الخضوعُ والصعقُ عند سماع كلامه هذا المبلغ، ويقرُّون كلُّهم لله أنَّه لا يقول إلاَّ الحقَّ؛ فما بال هؤلاءِ المشركين استكبروا عن عبادةِ مَنْ هذا شأنُه وعظمةُ ملكِهِ وسلطانِهِ؟! فتعالى العليُّ الكبيرُ عن شركِ المشركين وإفكِهِم وكذِبِهم.
22. Yani ey peygamber! Hiçbir fayda ve zararı olmayan yaratılmışları Allah’a ortak koşan müşriklere, bu uydurma ortaklarının acizliklerini tartışılmaz olarak kabul edecekleri bir şekilde ve onlara ibadetin batıl olduğunu açıklayıcı olarak “de ki: Allah’ın dışında (ilah olduğunu) iddia ettiklerinize (istediğiniz kadar) yalvarın.” Allah’ın ortakları olduğunu iddia ettiklerinize dua edin, eğer sizin bu duanızın bir faydası olacaksa! Zira onlarda acizliğin bütün sebepleri mevcuttur ve yapılan duaya karşılık vermeyecekleri de bütün yönleri ile açıkça ortadadır. Onların asgari düzeyde bir şeye güç yetirmeleri bile söz konusu değildir: “Onlar, ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye” ne bağımsız olarak ne de ortaklık suretinde “sahip değildirler.” Bundan dolayı devamla şöyle buyurulmaktadır: “Onların” sizin uydurduğunuz bu ilâhların “gökte ve yerde” az olsun, çok olsun “hiçbir ortaklığı olmadığı gibi…” Ne hükümranlıkları ne de hükümranlıkta ortaklıkları söz konusu değildir. O halde ancak şu söylenebilir: “Bunlar, mutlak hükümran olanın yardımcıları, destekçileridir. Onun için bu uydurma ilâhlara dua etmek faydalıdır. Zira mutlak hükümdarın onlara ihtiyacı olduğu için onlar, kendilerine yönelen kimselerin ihtiyaçlarını görürler.” İşte Allah onların böyle bir konumda da olmadıklarını belirterek şöyle buyurmaktadır: Bir ve kahhâr olan Allah’ın “onlardan” bu uydurma ilâhlardan “hiçbir yardımcısı da yoktur” yönetimi elinde tutması, işlerini çekip çevirmesi için O’na yardım eden hiç kimse de bulunmamaktadır. Bu durumda da geriye sadece şefaat etme ihtimalleri kalmaktadır. Yüce Allah, onların şefaatlerini de şu buyruk ile reddetmektedir: 23. “O’nun katında izin verdiklerinden başkasının şefaati de fayda vermez.” Böylece müşriklerin Allah’a koştukları ortaklara; insan, ağaç ve bunların dışında edindikleri putlara olan bağlılıklarını ve umutlarını Yüce Allah, tamamı ile kesmekte, bunların batıl olduklarını, şirkin bütün kaynaklarını kökten kuruturcasına, büsbütün koparıp atarcasına açıklamaktadır. Çünkü müşrik, Allah’tan başkasına dua ve ibadet ederken onun kendisine fayda sağlayacağını umar. Zaten onun şirk koşmasına sebep olan da bu umududur. Allah’tan başka dua ve ibadet ettiği varlık, herhangi bir fayda sağlayamayacak, zarar da veremeyecek bir durumda olduğuna, mutlak hükümrana ortak ve O’nun yardımcısı da olmadığına, mutlak hükümranın izni olmaksızın şefaat de edemeyeceğine göre böyle bir dua ve ibadet, aklen şaşkınlık, dinen de batıldır. Dahası şirk koşanın bu konudaki dilek ve maksadının tam aksi ortaya çıkar. O, ortak koştuğu varlıkların kendisine fayda sağlamalarını ister. Yüce Allah ise böyle bir şeyin batıl olduğunu ve gerçekleşmeyeceğini açıklamaktadır. Hatta başka âyet-i kerimelerde ortak koşulan varlıkların kendilerine ibadet edenlere zarar vereceklerini de açıklamıştır. Kıyamet gününde biri diğerini inkâr edecek ve birbirlerine lanet edeceklerdir. Varacakları yer de cehennem ateşi olacaktır: “İnsanlar bir araya toplandıklarında (mahşerde) onlar bunlara düşman kesilir ve ibadetlerini inkâr ederler.” (el-Ahkâf, 46/6) Hayret edilecek nokta şudur ki müşrikler, beşer oldukları iddiası ile peygamberlere boyun eğmeyip büyüklük taslarlar, buna karşılık ağaca ve taşa ibadet ve dua etmeye razı olurlar. Mutlak hükümran, rahmeti her şeyi kuşatan ve varlıkları hesaba çekecek olan Allah’a ihlasla ibadet etmeyip büyüklük taslar, buna karşılık kendisine fayda vermekten çok zararı dokunacak olan varlıklara ibadete, kendisinin en aşırı derecede düşmanı olan şeytana itaate razı olurlar. Yüce Allah’ın: “Nihâyet kalplerinden korku giderilince: “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. Onlar da: “Hakkı (buyurdu) derler. O, çok yücedir, çok büyüktür” buyruğunda geçen “onlar” zamirinin, müşriklere ait olma ihtimali vardır. Çünkü âyetin öncesinde onların sözü geçmektedir. Zamirlerde kaide ise sözü geçen en yakın isme ait olmalarıdır. O takdirde mana şöyle olur: Kıyamet günü gelip de müşriklerin kalplerinden korku giderildiğinde, akılları başlarına gelip onlara dünyadaki hallerine ve peygamberlerin getirdikleri hakkı yalanlamalarına dair soru sorulduğunda gittikleri küfür ve şirk yolunun batıl olduğunu itiraf edecekler, Allah’ın söylediklerinin, peygamberlerin Allah’tan getirdikleri haberlerin hakkın ta kendisi olduğunu bildireceklerdir. “Evvelce gizledikleri şeyler karşılarına çıkmış olacaktır.” (el-En’âm, 6/28) Böylelikle hakkın Allah’a ait olduğunu bilecekler ve günahlarını itiraf edeceklerdir. “O” hem zatı ile “çok yüce”dir. Bütün yaratılmışların üstündedir. Hem de onların hepsini emri altına almıştır. O, kadri itibari ile de yücedir. Çünkü O’nun pek büyük, son derece üstün ve şerefli sıfatları vardır. O, zat ve sıfatları itibari ile de “çok büyüktür.” O’nun yüceliğinin bir tecellisi, O’nun hükmünün üstün gelmesi ve mütekebbirlerle müşriklerin nefisleri dahil bütün nefislerin O’na zillet ve itaatle boyun eğmesidir. İşte ifadelerin akışının delalet ettiği en açık mana, en kuvvetli anlam budur. Söz konusu zamirin meleklere ait olma ihtimali de vardır. Çünkü Yüce Allah, vahiy ile konuştuğunda melekler onu işitirler. Bu sebeple bayılır ve Allah’a secdeye kapanırlar. Başını ilk kaldıracak kişi Cebrail olur. Allah ona dilediği vahiyler ile kelâmını bildirir. Meleklerin baygınlığı geçip korkuları gidince kendilerinin baygın olarak yere yıkılmalarına sebep olan sözün ne olduğunu biri diğerine: “Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorar. Biri ötekine ya O’nun haktan başka bir şey söylemediğini bildiklerinden özetle: “Hakkı (buyurdu) derler, yahut da O’ndan işitmiş oldukları sözü naklederek: Şöyle şöyle buyurdu; derler ki bu da o hakka dahildir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Niteliklerini, acizliklerini, eksikliklerini, hiçbir şekilde fayda sağlamadıklarını belirttiğimiz bu uydurma ilâhlara müşrikler, Allah ile birlikte ibadet ettiler. Böylelikle onlar, o pek büyük, yüce ve azim olan Rabbe ihlas ile ibadetten yan çizip yüz çevirdiler. Halbuki O’nun azamet ve celali dolayısı ile o şerefli melekler, o Allah’a pek yakınlaştırılmış olan varlıklar bile O’nun kelâmını işittiklerinde bu derece itaatle boyun eğerler ve hatta baygın düşerler. Hepsi Yüce Allah’ın haktan başka hiçbir söz söylemeyeceğini ikrar ederler. Peki, bu müşriklere ne oluyor ki şanı bu kadar yüce, mülk ve saltanatı bu kadar büyük olan zata ibadetten yüz çevirip büyükleniyorlar? O çok yüce ve pek büyük olan zat, müşriklerin ortak koşmalarından, iftira ve yalanlarından münezzehtir!
Ayet: 24 - 27 #
{قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلِ اللَّهُ وَإِنَّا أَوْ إِيَّاكُمْ لَعَلَى هُدًى أَوْ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (24) قُلْ لَا تُسْأَلُونَ عَمَّا أَجْرَمْنَا وَلَا نُسْأَلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ (25) قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلِيمُ (26) قُلْ أَرُونِيَ الَّذِينَ أَلْحَقْتُمْ بِهِ شُرَكَاءَ كَلَّا بَلْ هُوَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (27)}.
24- De ki: “Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?” “Allah’tır” de. “O halde ya biz ya da siz, iki taraftan biri hidâyet üzere biri de apaçık bir sapıklık içindedir.” 25- De ki: “Siz bizim işlediğimiz günahlardan sorumlu tutulmayacaksınız, biz de sizin işlediklerinizden sorumlu tutulmayacağız.” 26- De ki: “Rabbimiz bizi bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O, adaletle hükmedendir, her şeyi bilendir.” 27- De ki: “O’na koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım (hani nerdeler)! Asla (gösteremezsiniz)! Bilakis O, Azîz ve Hakîm olan Allah’tır (hiçbir ortağı yoktur).”
#
{24} يأمر تعالى نبيَّه محمداً - صلى الله عليه وسلم - أن يقولَ لمن أشركَ بالله ويسألَه عن صحةِ شركِهِ: {من يَرْزُقُكم من السمواتِ والأرضِ}: فإنَّهم لا بدَّ أن يُقرُّوا أنَّه الله، ولئنْ لم يقرُّوا؛ فَـ {قُلِ اللهُ}: فإنَّك لا تجد من يدفعُ هذا القول. فإذا تبيَّن أنَّ الله وحده الذي يرزقُكم من السماواتِ والأرضِ ويُنْزِلُ لكم المطر ويُنْبِتُ لكم النباتَ ويفجِّرُ لكم الأنهارَ ويُطْلِعُ لكم من ثمار الأشجار وجعل لكم الحيواناتِ جميعَها لنفعِكُم ورزقِكُم؛ فلِمَ تعبدون معه من لا يرزُقُكم شيئاً ولا يفيدكم نفعاً؟! وقوله: {وإنا أو إيَّاكم لعلى هدىً أو في ضلال مبينٍ}؛ أي: إحدى الطائفتين منَّا ومنكم على الهدى مستعليةٌ عليه، أو في ضلال بيِّنٍ منغمرةٌ فيه. وهذا الكلام يقولُه من تبيَّن له الحقُّ واتَّضح له الصوابُ وجَزَمَ بالحقِّ الذي هو عليه وبطلانِ ما عليه خصمُه؛ أي: قد شرحنا من الأدلَّة الواضحة عندنا وعندكم ما به يُعْلَم علماً يقينيًّا لا شكَّ فيه مَن المحقُّ منا ومَن المبطلُ ومَن المهتدي ومن الضالُّ، حتى إنَّه يصير التعيينُ بعد ذلك لا فائدة فيه؛ فإنَّك إذا وازنتَ بين من يدعو إلى عبادة الخالقِ لسائر المخلوقات، المتصرِّفِ فيها بجميع أنواع التصرُّفات، المسدي جميع النعم، الذي رزقهم وأوصل إليهم كلَّ نعمة ودفع عنهم كلَّ نقمة، الذي له الحمدُ كلُّه والملكُ كلُّه وكلُّ أحدٍ من الملائكة فَمَنْ دونهم خاضعون لهيبته متذلِّلون لعظمته، وكلُّ الشفعاء تخافه، لا يشفعُ أحدٌ منهم عنده إلاَّ بإذنِهِ، العليُّ الكبيرُ في ذاتِهِ وأوصافِهِ وأفعالِهِ، الذي له كلُّ كمال وكلُّ جلال وكلُّ جمال وكلُّ حمد وثناء ومجدٍ، يدعو إلى التقرُّب لمن هذا شأنه، وإخلاص العمل له، وينهى عن عبادةِ مَنْ سواه، وبين من يتقرَّب إلى أوثان وأصنام وقبور لا تَخْلُقُ ولا ترزقُ ولا تملكُ لأنفسها ولا لِمَنْ عَبَدَها نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، بل هي جماداتٌ لا تعقل ولا تسمع دعاء عابديها، ولو سمعتْه؛ ما استجابت لهم، ويوم القيامةِ يكفُرون بشِرْكِهم ويتبرؤون منهم ويتلاعنون بينهم، ليس لهم قِسْطٌ من الملك، ولا شركة فيه ولا إعانة فيه، ولا لهم شفاعةٌ يستقلُّون بها دون الله؛ فهو يدعو من هذا وصفُهُ، ويتقرَّبُ إليه مهما أمكَنَه، ويعادي مَنْ أخلصَ الدين لله ويحاربُهُ، ويكذِّبُ رسل الله الذين جاؤوا بالإخلاص لله وحده؛ تبيَّنَ لك أيُّ الفريقين: المهتدي من الضالِّ والشقيِّ من السعيد، ولم يحتج إلى أن يعينَ لك ذلك؛ لأنَّ وصف الحال أوضح من لسان المقال.
24. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e Allah’a ortak koşanlara, ortak koşmalarının doğruluğu hakkında soru sorarak şunları söylemesini emretmektedir: “De ki: Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?” Hiç şüphesiz onlar bu rızkı verenin Allah olduğunu itiraf edeceklerdir. Eğer kendileri itiraf etmeyecek olurlarsa bizzat sen: “Allah’tır, de.” Çünkü böyle bir sözü reddedecek, çürütecek hiç kimse yoktur. Göklerden ve yerden size rızık verenin, üzerinize yağmur yağdıranın, sizin için bitkileri bitirenin, yeryüzünde nehirler akıtanın, ağaçlardan meyveler çıkartanın, bütün hayvanları sizin faydanıza ve size rızık olmak üzere yaratanın yalnız ve yalnız Allah olduğu açıkça ortaya çıktığına göre sizler, ne diye hiçbir rızık veremeyen ve en ufak bir fayda sağlayamayan varlıklara ibadet ediyorsunuz? “O halde ya biz ya da siz, iki taraftan biri hidâyet üzere biri de apaçık bir sapıklık içindedir” İki kesimden biri, biz yahut siz, ya oldukça aşikar, açıkça görülen, üstün bir hidâyet yolu üzerindeyiz yahut da içine gömüldüğümüz apaçık bir sapıklıktayız. Bu tarz bir söz, ancak hakkı apaçık gören, doğruyu açıkça tespit eden, izlediği yolun hak olduğuna, hasmının ve karşı tarafın izlediği yolun batıl olduğuna kesin kanaat getiren kimsenin söyleyebileceği bir sözdür. Yani bizler, elimizde bulunan delilleri ve sizlerin tutunduğunuz şeyleri açıklamış bulunuyoruz. Bunlar sayesinde aramızdan kimin haklı kimin haksız, kimin hidâyette kimin de sapık olduğu kesin ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkmış bulunmaktadır. O kadar ki artık kimin haklı kimin haksız olduğunu söylemeye bile gerek yok! Diğer bütün mahlukatı yaratan, onlarda bütün türleri ile tasarrufta bulunan, bütün nimetleri ihsan eden, mahlukata rızıklarını veren, her türlü nimeti onlara ulaştıran, her türlü sıkıntılarını açıp gideren, bütün hamdler/övgüler kendisine layık olan, hakimiyet bütünü ile kendisinin olan, heybeti karşısında meleklerin ve onların dışındaki yaratılmışların zilletle boyun eğdiği, azameti önünde boyun büktüğü, bütün şefaatçilerin kendisinden korktuğu, izni olmaksızın O’nun yanında onlardan hiçbir kimsenin şefaat edemeyeceği, zatı ile sıfatları ile fiilleri ile yüce, üstte ve büyük olan, bütün kemâl, celal, cemal, hamd, senâ ve şeref kendisinin olan yaratıcıya ibadete çağıran, bu yüce şana sahip olana yakınlaşmaya, O’nun için ihlasla amelde bulunmaya davet ederek O’nun dışındaki varlıklara ibadeti yasaklayan, hiçbir şey yaratamayan, rızık veremeyen, ne kendilerine ne de kendilerine ibadet edenlere fayda sağlayamayan, onlara gelecek zararı önleyemeyen, öldüremeyen, hayat veremeyen, ölümden sonra diriltemeyen, aksine akılsız, cansız, kendisine ibadet edenlerin dualarını işitemeyen, işitse dahi bu dualarını kabul edip cevap veremeyen, kıyamet günü geldiğinde de kendilerini ve ortak koşmalarını inkâr edecek ve ortak koşanlardan uzak olduklarını belirtecek olan, karşılıklı lanetleşerek onları reddedecek olan, hükümranlıktan en ufak bir paya sahip bulunmayan, onda hiçbir ortaklıkları da olmayan, Allah’ın izni olmaksızın bağımsız olarak şefaat yetkileri bulunmayan putlara, heykellere ve kabirlere yakın olmayı isteyen, bu vasıfta olan varlıklara dua edip elinden geldiğince bunlara yaklaşmaya çalışan, dinini Allah’a halis kılanlara düşmanlık ederek savaş açan, dini yalnızca Allah’a halis kılmak üzere gelen peygamberleri yalanlayan kimseleri birbirleri ile mukayese edecek olursanız; bu iki kesimden kimin hidâyette, kimin sapık olduğunu, kimin mutlu kimin bedbaht olduğunu görürsünüz. Bu hususta ayrıca bir açıklamaya da gerek yoktur. Çünkü durumun ortaya koyduğu gerçekler, dilin söylediklerinden daha açıktır.
#
{25} {قل} لهم: {لا تُسْألونَ عمَّا أجْرَمْنا ولا نسألُ عما تَعْمَلونَ}؛ أي: كلٌّ منَّا ومنكم له عمله، أنتم لا تُسألون عن إجرامِنا وذنوبِنا لو أذْنَبْنا، ونحنُ لا نُسألُ عن أعمالكم؛ فليكن المقصودُ منَّا ومنكم طَلَبَ الحقائق وسلوكَ طريق الإنصاف، ودَعوا ما كُنَّا نعملُ، ولا يكنْ مانعاً لكم من اتِّباع الحقِّ؛ فإنَّ أحكام الدُّنيا تجري على الظواهر، ويُتَّبَعُ فيها الحقُّ ويُجْتَنَبُ الباطلُ، وأما الأعمال؛ فلها دارٌ أخرى يَحْكُمُ فيها أحكمُ الحاكمين، ويفصِلُ بين المختصمين أعدلُ العادلين.
25. Onlara “de ki: Siz bizim işlediğimiz günahlardan sorumlu tutulmayacaksınız, biz de sizin işlediklerinizden sorumlu tutulmayacağız.” Yani her birimizin ameli kendisinedir. Biz suç ve günah işleyecek olursak bundan dolayı siz sorumlu olmazsınız, biz de sizin yaptığınız işlerden sorumlu olmayacağız. O halde bizim de sizin de maksadımız hakkı araştırmak, bulmak ve adaletli olan yolu izlemek olmalıdır. Bırakın bizim yaptıklarımızı! Bizim amellerimiz sizin hakka tabi olmanıza engel olmasın. Şüphesiz dünya hükümleri zahiren ortaya çıkanlara göre işler ve buna göre bu hususlarda hakka uyulur ve batıldan uzak kalınır. Amellere gelince onların karşılığının verileceği yer başkadır. Orada hükmedenlerin en yücesi ve adalet yapanların en adaletlisi hasımlar arasında hükmünü verecektir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{26} ولهذا قال: {قل يَجْمَعُ بينَنا ربُّنا ثم يفتحُ بينَنا}؛ أي: يحكم بينَنا حكماً يتبيَّن به الصادقُ من الكاذب، والمستحقُّ للثواب من المستحقِّ للعقاب وهو خير الفاتحين.
26. “De ki: Rabbimiz bizi bir araya toplayacak sonra aramızda” kimin doğru, kimin yalancı olduğunu, kimin mükâfatı, kimin de cezayı hak ettiğini açıkça ortaya koyacak şekilde “hak ile hüküm verecektir.” İçinden çıkılamayan davaları gereken şekilde hükme bağlayacaktır. O, davaları çözenlerin en hayırlısıdır.
#
{27} {قل}: لهم يا أيها الرسولُ، ومَنْ ناب منابك: {أروني الذين ألحقتم به شركاءَ}؛ أي: أين هم؟ وأين السبيل إلى معرفتهم؟ وهل هم في الأرض أم في السماء؟ فإنَّ عالم الغيب والشهادة قد أخبرنا أنَّه ليس في الوجودِ له شريكٌ: {ويعبُدونَ من دون الله ما لا يضرُّهم ولا يَنْفَعُهم ويقولون هؤلاءِ شفعاؤُنا عند اللهِ قل أتنبِّئونَ الله بما لا يعلمُ ... } [الآية]، {وما يتَّبِعُ الذين يدعونَ من دون الله شركاءَ؟ إنْ يتَّبِعونَ إلاَّ الظَّنَّ وإنْ هم إلاَّ يَخْرُصونَ}، وكذلك خواصُّ خلقِهِ من الأنبياء والمرسلين لا يعلَمون له شريكاً؛ فيا أيُّها المشركون! أروني الذين ألحقتم بزعمكم الباطل بالله شركاء! وهذا السؤال لا يمكنهم الإجابةُ عنه، ولهذا قال: {كلا}؛ أي: ليس للَّه شريكٌ ولا ندٌّ ولا ضدٌّ، {بل هو اللهُ}: الذي لا يستحقُّ التألُّه والتعبُّد إلاَّ هو {العزيزُ}: الذي قهر كلَّ شيء؛ فكلُّ ما سواه فهو مقهورٌ مسخَّر مدبَّر. {الحكيمُ}: الذي أتقن ما خَلَقَه، وأحسنَ ما شَرَعَه، ولو لم يكنْ في حكمتِهِ في شرعِهِ إلاَّ أنَّه أمر بتوحيده وإخلاص الدين له، وأحبَّ ذلك وجعله طريقاً للنجاة، ونهى عن الشرك به واتِّخاذ الأندادِ من دونِهِ، وجَعَلَ ذلك طريقاً للشقاء والهلاك؛ لكفى بذلك برهاناً على كمال حكمتِهِ؛ فكيف وجميعُ ما أمر به ونهى عنه مشتملٌ على الحكمة؟!
27. Ey Peygamber ve senin görevini ifa etmek durumunda olanlar! “De ki: O’na koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım.” Nerededirler? Onları bilmenin yolu nedir? Yerde midirler, gökte midirler? Zira gizliyi ve açığı bilen zat, bize varlık aleminde kendisinin hiçbir ortağının bulunmadığını haber vermiştir: “Onlar Allah’ın dışında kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda veremeyecek şeylere taparlar. Bir de: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler. De ki: Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve yücedir.” (Yunus, 10/18); “Allah’tan başkasına tapanlar dahi Allah’a koştukları ortaklara uymuyorlar. Onlar ancak zanna uyuyor ve sadece yalan söylüyorlar.” (Yunus, 10/66) Aynı şekilde Allah’ın has kulları olan peygamberler ve rasûller de O’nun bir ortağının olmadığını biliyorlar. O halde ey müşrikler, sizler kendi batıl kanaatlerinize dayanarak Allah’a “koştuğunuz ortakları bana gösterin.” Onların böyle bir soruya cevap verme imkânları yoktur. Bundan dolayı: “Asla!” buyrulmuştur. Yani Allah’ın ortağı, eşi benzeri ve zıddı yoktur. “Bilakis O, Azîz” her şeyi emri altına alan, bütün varlıkların emrine boyun eğdiği, O’nun tarafından idare edilip amade kılındığı, işleri çekip çeviren “ve Hakîm olan” yarattıklarını sağlam ve güçlü kılan, indirdiği şer’î hükümleri en güzel hikmetlerle donatan, kendisinden başka hiçbir kimsenin ilâhlığa ve ma’bud edinilmeye layık olmadığı “Allah’tır.” Eğer O’nun şeriatında, tevhidin, dinin kendisine halis kılınmasını emretmesinin, bunu sevmesinin ve bunu kurtuluş yolu kılmasının; kendisine ortak koşmayı ve O’nun dışındaki varlıkları O’na eşler edinmeyi yasaklamasının, bunu da bedbahtlığın ve helâk oluşun yolu olarak tespit etmiş olmasının dışında hiçbir hikmet bulunmamış olsaydı dahi bu, bile O’nun hikmetinin kemâline yeterli, açık ve kesin bir delil olurdu. Peki O’nun vermiş olduğu bütün emirler ve yasaklar aynı şekilde hikmeti ihtiva ettiğine göre daha ne söylenebilir?!
Ayet: 28 - 30 #
{وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (28) وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (29) قُلْ لَكُمْ مِيعَادُ يَوْمٍ لَا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ (30)}.
28- Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. 29- Onlar: “Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ne zaman?” diyorlar. 30- De ki: “Size vaadolunan bir gün var ki (o geldiğinde) ne ondan bir an geri kalırsınız, ne de ileri geçersiniz.”
#
{28} يخبر تعالى أنَّه ما أرسل رسولَه - صلى الله عليه وسلم - إلا ليبشِّر جميع الناس بثواب الله، ويخبِرَهم بالأعمال الموجبة لذلك، وينذِرَهم عقاب الله، ويخبِرَهم بالأعمال الموجبة له؛ فليس لك من الأمر شيءٌ، وكلُّ ما اقْتَرَحَ عليك أهلُ التكذيب والعنادِ؛ فليس من وظيفتِكَ، إنَّما ذلك بيد الله تعالى. {ولكنَّ أكثرَ الناس لا يعلمونَ}؛ أي: ليس لهم علمٌ صحيحٌ، بل إمَّا جهالٌ أو معاندونَ لم يعملوا بعلمهم، فكأنَّهم لا علم لهم، ومن عدم علمِهِم جَعْلُهُم عدمَ الإجابة لما اقترحوه على الرسول موجباً لردِّ دعوته.
28. Yüce Allah, Rasûlünü ancak bütün insanları Allah’ın mükâfatı ile müjdelemek, onlara bu mükâfatı gerektiren amelleri bildirmek, diğer taraftan Allah’ın cezasını da bildirip korkutmak, bu cezayı gerektirici amelleri haber vermek üzere gönderdiğini bildirmektedir. O halde senin elinde bir şey yoktur. Yalanlayıcıların ve inatçıların sana göstermeni teklif ettikleri mucize ve isteklerin hiçbirisi senin görevin değildir. Bunlar ancak Yüce Allah’ın elinde olan şeylerdir. “Fakat insanların çoğu bilmezler.” Yani onların sağlıklı bir bilgileri yoktur; ya cahildirler yahut da ilimleri ile amel etmeyen inatçıdırlar. Onun için de hiçbir bilgileri yok sayılırlar. Bu bilgisizliklerinden biri de Peygamber’den göstermesini istedikleri mucizelere olumlu karşılık vermeyişini, senin davetini reddetmeyi gerektiren bir sebep olarak görmeleridir. Onların istekleri arasında onun, kendisi ile onları uyarmış olduğu azabı çabucak getirmesi istekleri de vardı. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{29} فممَّا اقترحوه استعجالُهم العذابَ الذي أنْذَرَهم به، فقال: {ويقولونَ متى هذا الوعدُ إن كنتُم صادقينَ}: وهذا ظلمٌ منهم؛ فأيُّ ملازمة بين صدقِهِ وبين الإخبار بوقت وقوعِهِ؟! وهل هذا إلاَّ ردٌّ للحقِّ وسفهٌ في العقل؟! أليس النذير في أمرٍ من أحوال الدُّنيا لو جاء قوماً يعلمون صدقَه ونُصحه ولهم عدوٌّ ينتهزُ الفرصة منهم ويعدُّ لهم، فقال لهم: تركتُ عدوَّكم قد سار يريد اجتِياحَكُم واستئصالَكم؛ فلو قال بعضُهم: إن كنتَ صادقاً؛ فأخبِرْنا بأيَّةِ ساعةٍ يصل إلينا؟ وأين مكانَه الآن؟ فهل يعدُّ هذا القائل عاقلاً أم يُحكم بسفهِهِ وجنونِهِ؟! هذا والمخبر يمكن صدقُهُ وكذبُهُ، والعدوُّ قد يبدو له غيرهم وقد تنحلُّ عزيمته، وهم قد يكون بهم مَنَعَةٌ يدافعون بها عن أنفسهم؛ فكيفَ بمن كذَّبَ أصدقَ الخلقِ المعصوم في خبره، الذي لا ينطِقُ عن الهوى بالعذاب اليقين، الذي لا مَدْفَعَ له ولا ناصر منه، أليس ردُّ خبرِهِ بحجَّة عدم بيان وقت وقوعِهِ من أسفه السفه؟!
29. “Onlar: “Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ne zaman?” diyorlar.” Böyle bir söz, zalimliklerinin bir sonucudur. Zira Peygamberin doğru söylemesi ile bu tehditin ne zaman gerçekleşeceğinin haber verilmesi arasında nasıl bir ilgi olabilir ki? Böyle bir tutum, hakkı reddetmekten ve akılsızlıktan başka neyin eseri olabilir? Zira düşmanları bulunan ve uygun bir fırsat kollayarak kendilerine karşı hazırlık yapan bir topluma, dünyevi meselelerden birisi ile ilgili olarak doğruluğunu ve samimiyetini bildikleri bir kişi gelse ve: Ben gelirken sizi toptan imha etmek için üzerinize gelmekte olan düşmanınızı gördüm, dese; bu topluluk arasından bir kişi de kalkıp: Eğer sen doğru söyleyen birisi isen bu düşman bize ne vakit gelecektir ve şu anda nerededir?, diye soracak olsa hiç bu sözü söyleyen kişi akıllı sayılabilir mi? Yoksa böylesinin kafasız ve akılsız olduğuna mı hükmedilir? Üstelik böyle bir durumda haber veren kimsenin doğru söylemesi de yalan söylemesi de mümkündür. Onun gördüğü düşman da olabilir, başkası da olabilir. Ya da düşmanı vazgeçebilir. Diğer taraftan bu haberi kendisine ulaştırdığı topluluk da kendilerini savunabilecek ve koruyabilecek güçte olabilir. Peki ya kimsenin, hiçbir şekilde geri püskürtülmesi mümkün olmayan ve yardımcıların faydasının olmayacağı kesin bir azabı haber veren, üstelik insanların en doğru sözlüsü, kendi arzusu uyarınca konuşmayan, verdiği haberde hatadan korunmuş olan zatı yalanlayanların durumu ne olur? Böylesinin haberini, azabın geliş vaktini açıklamadığı gerekçesi ile reddetmek akılsızlığın en ileri derecesi değil midir?!
#
{30} {قل} لهم مخبراً بوقت وقوعِهِ الذي لا شكَّ فيه: {لكم ميعادُ يوم لا تستأخِرونَ عنه ساعةً ولا تَسْتَقْدِمونَ}: فاحْذَروا ذلك اليوم وأعدُّوا له عدَّتَه.
30. Gerçekleşeceğinden hiçbir şüphe bulunmayan bu azabın geliş vaktini haber vermek üzere onlara “de ki: Size vaadolunan bir gün var ki (o geldiğinde) ne ondan bir an geri kalırsınız, ne de ileri geçersiniz.” O halde bu günden sakının ve bunun için gereken hazırlıklarınızı yapın.
Ayet: 31 - 33 #
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهَذَا الْقُرْآنِ وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا أَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ (31) قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا أَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدَى بَعْدَ إِذْ جَاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمِينَ (32) وَقَالَ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ إِذْ تَأْمُرُونَنَا أَنْ نَكْفُرَ بِاللَّهِ وَنَجْعَلَ لَهُ أَنْدَادًا وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَجَعَلْنَا الْأَغْلَالَ فِي أَعْنَاقِ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (33)}.
31- Kâfir olanlar dediler ki: “Biz ne bu Kur’ân’a iman ederiz ne de ondan öncekilere.” Sen o zalimleri, Rableri huzurunda (hesap için) durdurulduklarında birbirlerine laf yetiştirirken bir görsen! Güçsüz (tâbiler) büyüklük taslayan (önderlere): “Eğer siz olmasaydınız biz elbette mümin olurduk!” derler. 32- Büyüklük taslayan (önderler) de güçsüz (tabilere) derler ki: “Size hidâyet geldikten sonra biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten günahkâr kimselerdiniz.” 33- Güçsüz (tâbiler) büyüklük taslayan (önderlere) derler ki: “Hayır, gece gündüz hile (peşindeydiniz). Bize Allah’ı inkar etmemizi ve O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz.” Azabı gördüklerinde hepsi de pişmanlıklarını gizlerler. Biz, kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçireceğiz. Onlar yapmakta olduklarından başkası ile mi cezalandırılacaklar?
#
{31} لما ذكر تعالى أنَّ ميعادَ المستعجلين بالعذابِ لابدَّ من وقوعه عند حلول أجله؛ ذكر هنا حالَهم في ذلك اليوم، وأنَّك لو رأيتَ حالَهم إذ وُقِفوا عند ربِّهم واجتمع الرؤساءُ والأتباعُ في الكفر والضَّلال؛ لرأيتَ أمراً عظيماً وهولاً جسيماً، ورأيت كيف يتراجع و {يرجِعُ بعضُهم إلى بعضٍ القولَ}، فيقول {الذين استُضْعِفوا}: وهم الأتباعُ، {للذين استَكْبَروا}: وهم القادةُ: {لولا أنتُم لَكُنَّا مؤمنينَ}: ولكنَّكُم حُلْتُم بيننا وبين الإيمان، وزيَّنْتُم لنا الكفرانَ ، فتبعناكم على ذلك، ومقصودُهم بذلك أن يكون العذابُ على الرؤساءِ دونهم.
31. Allah azabı çabucak isteyenlere vaadolunan günü bildirip bu süre gelince mutlaka gerçekleşeceğini söz konusu ettikten sonra, burada da onların o günde ne durumda olacaklarını söz konusu etmektedir: Rablerinin huzurunda durdurulup önderlerin de tabilerin de küfür ve sapıklıkta bir araya getirildiklerini görseydin, çok büyük bir iş, çok dehşetli bir hal görmüş olurdun! Onların birbirlerine nasıl laf yetiştirdiklerini, birinin sözü alıp öbürüne nasıl cevap verdiğini görürdün. “Güçsüz (tâbiler) büyüklük taslayan (önderlere): “Eğer siz olmasaydınız biz elbette mümin olurduk!” Ancak sizler bizimle iman arasına girdiniz, iman etmemize engel oldunuz. Küfür ve inkârı bize güzel gösterdiniz. Biz de size tâbi olduk. Bunu söylemekten maksatları ise azabın kendilerine değil de yalnızca önderlere verilmesini istemeleridir.
#
{32} {قال الذين استَكْبَروا للذين استضعفوا}: مستفهمينَ لهم ومخبرينَ أنَّ الجميع مشتركون في الجُرم: {أنحن صَدَدْناكم عن الهُدى بعد إذْ جاءَكُم}؛ أي: بقوَّتنا وقهرِنا لكم، {بل كنتُم مجرمينَ}؛ أي: مختارين للإجرام، لستُم مقهورين عليه، وإن كُنَّا قد زَيَّنَّا لكُم؛ فما كان لنا عليكم من سلطان.
32. “Büyüklük taslayan (önderler) de” bu günahta hepsinin ortak olduklarını bildirerek soru sormak üzere “güçsüz (tabilere) derler ki: “Size hidâyet geldikten sonra biz mi” gücümüzle sizi zorlayarak ve mecbur ederek “sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten günahkâr kimselerdiniz.” Yani bunu kendiniz tercih ettiniz. Yoksa buna mecbur değildiniz. Biz, size küfrü süslemiş olsak bile sizin üzerinizde hiçbir otoritemiz yoktu.
#
{33} فقال {الذين استُضْعِفوا للذينَ استَكْبَروا بلْ مَكْرُ الليل والنهارِ إذْ تأمرونَنا أن نكفُرَ بالله ونجعلَ له أنداداً}؛ أي: بل الذي دهانا منكم ووصل إلينا من إضلالكم ما دبَّرْتُموه من المكر في الليل والنهار؛ إذْ تُحَسِّنون لنا الكفرَ وتدعوننا إليه، وتقولون: إنَّه الحقُّ، وتقدحون في الحقِّ، وتهجِّنونَه وتزعمونَ أنَّه الباطلُ؛ فما زال مكرُكُم بنا وكيدُكُم إيَّانا حتى أغْوَيْتُمونا وفَتَنْتُمونا. فلم تُفِدْ تلك المراجعةُ بينَهم شيئاً إلاَّ تبرِّي بعضِهم من بعضٍ والندامةَ العظيمةَ، ولهذا قال: {وأسرُّوا الندامةَ لما رأوا العذابَ}؛ أي: زال عنهم ذلك الاحتجاج الذي احتجَّ به بعضُهم لينجو من العذاب، وعلم أنَّه ظالمٌ مستحقٌّ له، فندم كلٌّ منهم غاية الندم، وتمنَّى أنْ لو كان على الحقِّ، وأنَّه ترك الباطل الذي أوصله إلى هذا العذاب، سرًّا في أنفسهم؛ لخوفهم من الفضيحة في إقرارهم على أنفسهم! وفي بعض مواقف القيامةِ وعند دخولِهِمُ النارَ يُظْهِرون ذلك الندمَ جهراً: {ويومَ يَعَضُّ الظالمُ على يَدَيْهِ يقولُ يا لَيْتَني اتَّخَذْتُ مع الرسول سَبيلاً. يا وَيْلَتى لَيْتَني لم أتَّخِذْ فُلاناً خليلاً ... } الآيات، {وقالوا لو كُنَّا نَسْمَعُ أو نَعْقِلُ ما كنَّا في أصحابِ السعير. فاعترفوا بذَنْبِهِم فَسُحْقاً لأصحاب السَّعيرِ}. {وجعلنا الأغلال في أعناق الذين كفروا}: يُغَلُّونَ كما يُغَلُّ المسجونُ الذي سيُهانُ في سجنه؛ كما قال تعالى: {إذِ الأغلالُ في أعناقِهِم والسلاسلُ يُسْحَبونَ في الحميم ثم في النارِ يُسْجَرونَ ... } الآيات. {هل يُجْزَوْنَ}: في هذا العذاب والنَّكال وتلك الأغلال الثقال {إلاَّ ما كانوا يَعْمَلونَ}: من الكفر والفسوق والعصيان.
33. “Güçsüz (tâbiler) büyüklük taslayan (önderlere) derler ki: “Hayır, gece gündüz hile (peşindeydiniz). Bize Allah’ı inkar etmemizi ve O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz.” Yani sizin başımıza getirdiğiniz musibet ve bizi saptırmanız, gece ve gündüz hazırlamış olduğunuz hile ve tuzakların bir neticesidir. Küfrü bize güzel gösterir, bizi ona çağırır ve: Doğru olan budur, derdiniz. Hakkı tenkit eder, onu çirkin gösterir ve onun batıl olduğunu iddia ederdiniz. Bize karşı hileleriniz, kurduğunuz tuzaklar, bizi azdırıp saptırıncaya, fitneye düşürünceye kadar aralıksız devam etti. Kendi aralarındaki bu şekilde konuşmalarının, birbirlerine olan nefretlerini ortaya koymalarından ve büyük çapta pişmanlık duymalarından başka hiçbir faydası olmayacaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Azabı gördüklerinde hepsi de pişmanlıklarını gizlerler.” Onlardan tartışanlar azaptan kurtulalım diye tartışmaya girişecekler, ancak kendilerinin zalim ve azabı hak etmiş olduklarını anlayacaklardır. Bu sebepten onların her birisi son derece pişmanlık duyacak, hak üzere olmayı, kendisini bu azaba ulaştıran batılı da terk etmiş olmayı diye yana yakıla temenni edecektir. Ama bunu içlerinde gizleyecekledir. Çünkü kendi aleyhlerine ikrarda bulunmaktan dolayı rezil ve rüsvay olmaktan korkacaklardır. Bununla birlikte kıyametin bazı safhalarında ve cehenneme girecekleri vakit bu pişmanlıklarını açıktan açığa ortaya koyacaklardır: “O gün (her) zalim ellerini ısırıp: Keşke peygamberle birlikte hak yolu tutmuş olsaydım, der. Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim...” (el-Furkan, 25/27-28) “Derler ki eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık cehennemlikler arasında olmazdık. Böylelikle günahlarını itiraf edecekler. Allah’ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun!” (el-Mülk, 67/10-11) “Biz, kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçireceğiz.” Zindanda zelil olan mahpusların boynuna prangalar konduğu gibi bunlara da konacaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “O zaman boyunlarında halkalar ve zincirler bulunacak, sürüklenecekler, kaynar suda, sonra ateşte yakılacaklar.” (el-Mumin, 40/71-72) “Onlar yapmakta olduklarından” küfür, fasıklık ve isyanlarından “başkası ile mi cezalandırılacaklar?” Bu azap, bu ibretli ceza ve bu demir halkalar onların yaptıklarının cezasından başka bir şey midir?
Ayet: 34 - 39 #
{وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِنْ نَذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ (34) وَقَالُوا نَحْنُ أَكْثَرُ أَمْوَالًا وَأَوْلَادًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ (35) قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (36) وَمَا أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ بِالَّتِي تُقَرِّبُكُمْ عِنْدَنَا زُلْفَى إِلَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُولَئِكَ لَهُمْ جَزَاءُ الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ آمِنُونَ (37) وَالَّذِينَ يَسْعَوْنَ فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُولَئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ (38) قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (39)}.
34- Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın refah içinde şımarmış elebaşları: “Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz” dediler. 35- Yine dediler ki: “Bizim malımız da evladımız da (sizden) daha çok. Biz azaba uğrayacak da değiliz.” 36- De ki: “Şüphesiz Rabbim, rızkı dilediğine bol verir (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 37- Sizi bize yaklaştıracak olan şey, ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. Aksine kim iman edip salih amel işlerse işte onlara amellerine karşılık olarak mükâfatları kat kat verilecektir ve onlar, yüksek köşklerde güven içinde olacaklardır. 38- Ayetlerimizi iptal etmek için yarışırcasına çalışanlara gelince işte onlar da azabın ortasına konacaklardır. 39- De ki: “Şüphesiz Rabbim, rızkı kullarından dilediğine genişletir (dilediğine de) daraltır. (Allah yolunda) her ne harcarsanız O, bu harcadığınızın yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
#
{34} يخبر تعالى عن حالة الأمم الماضية المكذِّبة للرسل أنَّها كحال هؤلاء الحاضرين المكذِّبين لرسولهم محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، وأنَّ الله إذا أرسل رسولاً في قريةٍ من القرى؛ كفر به مُتْرَفوها، وأبطرتْهم نعمتُهم، وفخروا بها.
34. Yüce Allah, peygamberleri yalanlayan önceki ümmetlerin durumunu haber vermektedir ki onların durumu, tıpkı hali hazırda peygamberleri Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanların durumu gibiydi. Allah, herhangi bir ülkeye bir peygamber gönderdi mi oranın refah içinde olup şımaran, sahip oldukları nimetlerle azan ve onlardan ötürü böbürlenen elebaşları onları inkar etmişler ve küfre sapmışlardır.
#
{35} {وقالوا نحنُ أكثرُ أموالاً وأولاداً}؛ أي: ممَّن اتَّبع الحقَّ، {وما نحن بمعذَّبينَ}؛ أي: أولاً لسنا بمبعوثينَ؛ فإنْ بُعِثْنا؛ فالذي أعطانا الأموال والأولاد في الدنيا؛ سَيُعْطينا أكثر من ذلك في الآخرة، ولا يعذِّبُنا.
35. Onlar: “Bizim malımız da evladımız da” hakka uyanlarınkinden “daha çok. Biz azaba uğrayacak da değiliz” demişlerdir. Yani bizler, öldürüldükten sonra diriltilecek değiliz. Diriltilecek olsak dahi bize dünya hayatında bunca mal ve evlat veren, âhirette bize bundan daha fazlasını verecek ve bize azap etmeyecektir.
#
{36} فأجابهم اللهُ تعالى بأنَّ بَسْطَ الرزقِ وتضييقَه ليس دليلاً على ما زعمتُم؛ فإنَّ الرزق تحت مشيئةِ الله؛ إنْ شاءَ؛ بسطه لعبده، وإن شاء؛ ضيَّقَه.
36. Allah ise onlara şöylece cevap vermektedir: Yüce Allah’ın rızkı genişletip yayması, sizin ileri sürdüğünüz iddianın doğruluğuna delil değildir. Rızık vermek, Allah’ın meşîetine/dilemesine bağlıdır. O, isterse kulunun rızkını genişletir, dilerse daraltır.
#
{37} وليست الأموال والأولاد {بالتي} تقرب إلى الله {زُلْفى}: وتُدني إليه، وإنَّما الذي يقرِّبُ منه زلفى الإيمان بما جاء به المرسلونَ والعملُ الصالح الذي هو من لوازم الإيمان؛ فإنَّ أولئك لهم الجزاء عند الله تعالى مضاعفاً الحسنة بعشر أمثالها إلى سبعمائةِ ضعفٍ إلى أضعافٍ كثيرة لا يعلمُها إلاَّ الله. {وهم في الغُرُفاتِ آمنونَ}؛ أي: في المنازل العاليات المرتفعات جدًّا، ساكنين فيها مطمئنِّين، آمنون من المكدِّرات والمنغِّصات لما هم فيه من اللذَّات وأنواع المشتَهَياتِ، وآمنون من الخروج منها والحزن فيها.
37. “Sizi bize yaklaştıracak olan şey, ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız.” Onlarla bize yakın olamazsınız. Sizi bize asıl yakınlaştıran, peygamberlerin getirdiklerine iman etmek, bu imanın gereği olan salih amelleri işlemektir. İşte böylelerinin Allah nezdinde mükâfatları kat kat verilecektir. Bir iyilik, on misli ile, yedi yüz misli ile hatta Allah’tan başka kimsenin bilmediği kadar kat fazlası ile mükâfatlandırılacaktır. “ve onlar yüksek köşklerde güven içinde olacaklardır.” Alabildiğine yüksek konaklarda, huzur içerisinde, kederlerden, içinde bulundukları lezzet verici şeyleri ve arzu duyulan nimetleri bulandıracak şeylerden, rahatsız edici hususlardan, üzüntülerden yana güven içerisinde bulunacaklardır. Ordan çıkarılmak gibi bir korkuları da olmayacaktır.
#
{38} وأما الذين سعوا في آياتنا على وجه التعجيز لنا ولرسلنا والتكذيب؛ {أولئك في العذاب مُحْضَرونَ}.
38. “Ayetlerimizi iptal etmek için yarışırcasına çalışanlara” bizleri ve peygamberlerimizi âciz bırakmak maksadı ile çalışıp çabalayan ve yalanlayanlara “gelince işte onlar da azabın ortasına konacaklardır.”
#
{39} ثم أعادَ تعالى أنه {يَبْسُطُ الرزقَ لِمَن يشاءُ مِنْ عبادِه ويَقْدِرُ له}: ويَقْدِرُ له ليرتِّبَ عليه قوله: {وما أنفَقْتُم من شيء}: نفقةً واجبةً أو مستحبَّةً على قريب أو جارٍ أو مسكينٍ أو يتيم أو غير ذلك، {فهو} تعالى {يُخْلِفُهُ}: فلا تتوهَّموا أنَّ الإنفاق مما يُنْقِصُ الرزق، بل وعد بالخلف للمنفق الذي يبسط الرزق لمن يشاءُ ويَقْدِرُ. {وهو خيرُ الرازقينَ}: فاطلُبوا الرزقَ منه، واسعَوْا في الأسبابِ التي أمَرَكم بها.
39. Daha sonra Allah, tekrar rızkı genişletenin ve daraltanın kendisi olduğunu dile getirerek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Rabbim, rızkı kullarından dilediğine genişletir (dilediğine de) daraltır.” Bu buyruğu tekrarlamasının hikmeti, bundan sonraki buyrukları ona bağlamaktır: (Allah yolunda) her ne harcarsanız” ister farz, ister müstehap olsun, ister akraba, ister komşu, ister yoksul, ister yetim, isterse de başkasına infak edilmiş olsun “O” yani Yüce Allah “bu harcadığınızın yerine başkasını verir.” O halde infakta bulunmanın rızkı eksilteceği vehmine kapılmayın. Zira bu, rızkı dilediğine genişletip yayan, dilediğininkini de kısan yüce Zatın, infak edene infak ettiğinin yerine başkasını vereceğine dair bir vaadidir. “O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” O bakımdan rızkı O’ndan isteyin ve size izlemenizi emrettiği sebepleri de yerine getirin.
Ayet: 40 - 42 #
{وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلَائِكَةِ أَهَؤُلَاءِ إِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ (40) قَالُوا سُبْحَانَكَ أَنْتَ وَلِيُّنَا مِنْ دُونِهِمْ بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّ أَكْثَرُهُمْ بِهِمْ مُؤْمِنُونَ (41) فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا وَنَقُولُ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّتِي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ (42)}.
40- O gün O, onların hepsini haşredecek sonra da meleklere şöyle diyecek: “Bunlar size mi ibadet ediyorlardı?” 41- Melekler diyecekler ki: “Tenzih ederiz Seni! Bizim dostumuz onlar değil, Sensin! Aksine onlar, cinlere ibadet ediyorlardı. Bunların çoğu onlara inanıyorlardı.” 42- “Artık bugün birbirinize ne bir fayda verme, ne de ondan bir zararı savma imkanına sahip değilsiniz.” Zulmedenlere deriz ki: “Haydi tadın yalanladığınız o ateşin azabını!”
#
{40 ـ 41} {ويوم يحشُرُهم جميعاً}؛ أي: العابدين لغير الله والمعبودين من دونه من الملائكةِ، {ثم يقولُ}: الله {للملائكةِ}: على وجه التوبيخ لِمَنْ عَبَدَهم: {أهؤلاء إيَّاكُم كانوا يعبدونَ}؟ فتبرؤوا من عبادتهم و {قالوا سبحانَكَ}؛ أي: تنزيهاً لك وتقديساً أنْ يكونَ لك شريكٌ أو ندٌّ، {أنت وَلِيُّنا من دونِهِم}: فنحن مفتقِرونَ إلى ولايتك، مضطرُّون إليها؛ فكيف ندعو غيرنا إلى عبادتنا؟ أم كيف نَصْلُحُ لأن نُتَّخَذَ من دونك أولياءَ وشركاءَ، ولكنْ هؤلاء المشركون {كانوا يَعْبُدون الجنَّ}؛ أي: الشياطين، يأمرونَهم بعبادتِنا أو عبادة غيرنا، فيطيعونَهم بذلك، وطاعتُهم هي عبادتُهم؛ لأنَّ العبادة الطاعة؛ كما قال تعالى مخاطباً لكلِّ من اتَّخذ معه آلهة: {ألم أعْهَدْ إليكُم يا بني آدم أنْ لا تَعْبُدوا الشيطانَ إنَّه لكم عدوٌّ مبينٌ. وأنِ أعْبُدوني هذا صراطٌ مستقيمٌ}. {أكْثَرُهم بهم مؤمنونَ}؛ أي: مصدِّقون للجنِّ منقادون لهم؛ لأنَّ الإيمانَ هو التصديقُ الموجِبُ للانقياد.
40. “O gün O, onların” Allah’tan başkasına ibadet edenleri de kendisine ibadet edilen melekleri de “hepsini haşredecek, sonra da” Allah “meleklere” onlara ibadet edenleri azarlamak amacıyla “şöyle diyecek: Bunlar size mi ibadet ediyorlardı?” 41. Melekler ise onların ibadetlerinden uzak olduklarını belirtecekler ve “diyecekler ki: Tenzih ederiz Seni.” Seni ortağın yahut dengin bulunmasından tenzih ederiz. “Bizim dostumuz onlar değil, Sensin.” Bizim dost edindiğimiz onlar değil yalnız sensin. Bizimle onlar arasında herhangi bir bağ yoktur. Bizler seni dost edinmeye muhtacız. Bu, bizim için bir sorumluluktur. Nasıl olur başkalarını bize ibadet etmeye çağırabiliriz? Yahut bizim, Senin yanın sıra dost ve ortak edinilmemiz nasıl uygun olabilir ki? “Aksine onlar” bu müşrikler “cinlere” yani şeytanlara “ibadet ediyorlardı.” Şeytanlar, gerek bizlere gerek bizden başkalarına ibadet etmeyi emrederlerdi, onlar da bu hususta şeytanlara itaat ederlerdi. İşte bu itaatleri de ibadettir. Çünkü ibadet, itaat demektir. Nitekim Allah, kendisi ile birlikte başka ilâhlar edinen herkese hitaben şöyle buyurmaktadır: “Ey Ademoğulları! Şeytana ibadet etmeyin, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana ibadet edin, demedim mi? Dosdoğru yol da budur.” (Yâsîn, 36/60-61) “Bunların çoğu onlara inanıyorlardı.” Cinleri tasdik ediyor, onlara itaat ediyorlardı. Çünkü iman, itaati ve emre uymayı gerektiren bir şekilde tasdik etmek demektir.
#
{42} فلما تبرؤوا منهم؛ قال تعالى مخاطباً لهم: {فاليوم لا يملِكُ بعضُكُم لبعضٍ نفعاً ولا ضَرًّا}: تقطَّعت بينكم الأسبابُ، وانقطع بعضُكم من بعض، {ونقولُ للذين ظلموا}: بالكفر والمعاصي بعدما ندخِلُهُمُ النارَ: {ذوقوا عذابَ النارِ التي كنتُم بها تكذِّبون}: فاليوم عايَنْتُموها ودخَلْتُموها جزاءً لتكذيبكم وعقوبةً لما أحدثه ذلك التكذيبُ من عدم الهربِ من أسبابها.
42. Melekler, kendilerine ibadet edenlerden bu şekilde uzak olduklarını belirttikten sonra Yüce Allah da onlara hitaben şöyle buyuracaktır: “Artık bugün birbirinize ne bir fayda verme, ne de ondan bir zararı savma imkanına sahip değilsiniz.” Aranızdaki bütün bağlar kopmuş ve ilişkiler bitmiştir. Küfür ve isyan ile kendi kendilerine “zulmedenlere” onları cehenneme soktuktan sonra “diyeceğiz ki: Haydi tadın yalanladığınız o ateşin azabını.” Bugün bu ateşi gözlerinizle gördünüz ve içine de girdiniz. Bu, onu yalanladığınız için buraya girmenize sebep olacak şeylerden kaçmadığınızdan dolayı, yaptıklarınıza uygun bir cezadır.
Ayet: 43 - 45 #
{وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هَذَا إِلَّا رَجُلٌ يُرِيدُ أَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُكُمْ وَقَالُوا مَا هَذَا إِلَّا إِفْكٌ مُفْتَرًى وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَهُمْ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ (43) وَمَا آتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَا أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذِيرٍ (44) وَكَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَا آتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُلِي فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ (45)}.
43- Âyetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğunda dediler ki: “Bu, ancak atalarınızın ibadet edegeldiği şeylerden sizi alıkoymak isteyen bir adamdır.” Yine dediler ki: “Bu (Kur'ân) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.” Kâfir olanlar hak kendilerine geldiğinde onun için: “Bu, ancak apaçık bir büyüdür” dediler. 44- Halbuki biz, (Kur'ân’dan önce) onlara okuyacakları bir kitap vermemiştik. Senden önce onlara bir uyarıcı da göndermemiştik. 45- Onlardan öncekiler de yalanlamıştı ki bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine bile ulaşamamışlardır. Onlar peygamberlerimi yalanlamışlardı. Peki, benim (yalanlamalarına verdiğim) cevap nasılmış!?
#
{43} يخبر تعالى عن حالةِ المشركين عندما تُتلى عليهم آياتُ اللَّه البيناتُ وحججُه الظاهراتُ وبراهينُه القاطعاتُ، الدالةُ على كل خير، الناهيةُ عن كلِّ شرٍّ، التي هي أعظمُ نعمةٍ جاءتهم ومنَّةٍ وصلتْ إليهم، الموجبة لمقابلتها بالإيمان والتصديق والانقياد والتسليم، أنَّهم يقابِلونَها بضدِّ ما ينبغي ويكذِّبونَ مَنْ جاءهم بها ويقولونَ: {ما هذا إلاَّ رجلٌ يريدُ أن يَصُدَّكُم عما كان يعبدُ آباؤُكم}؛ أي: هذا قصدُه حين يأمُرُكم بالإخلاص لله لتتركوا عوائدَ آبائِكُم الذين تعظِّمون وتمشون خلفَهم، فردُّوا الحقَّ بقول الضالِّين، ولم يوردوا برهاناً ولا شبهةً؛ فأيُّ شبهة إذا أمرتِ الرسلُ بعضَ الضالِّين باتِّباع الحقِّ فادَّعَوْا أنَّ إخوانهم الذين على طريقتهم لم يزالوا عليه؟! وهذه السفاهة وردُّ الحقِّ بأقوال الضالين إذا تأملتَ كلَّ حقٍّ رُدَّ؛ فإذا هذا مآلُه، لا يُرَدُّ إلاَّ بأقوال الضالِّين من المشركين والدَّهريين والفلاسفة والصابئين والملحدين في دين الله المارقين؛ فهم أسوةُ كلِّ من رَدَّ الحقَّ إلى يوم القيامةِ. ولمَّا احتجُّوا بفعل آبائِهِم وجعلوها دافعةً لما جاءت به الرسل؛ طعنوا بعد هذا بالحقِّ، {وقالوا ما هذا إلا إفكٌ مفترىً}؛ أي: كذبٌ افتراه هذا الرجلُ الذي جاء به، {وقال الذينَ كفروا للحقِّ لمَّا جاءهم إنْ هذا إلاَّ سحرٌ مبينٌ}؛ أي: سحرٌ ظاهرٌ بيِّنٌ لكلِّ أحدٍ؛ تكذيباً بالحقِّ وترويجاً على السفهاء.
43. Yüce Allah, kendisinin apaçık âyetleri müşriklere okunduğunda onların takındıkları halleri bize haber vermektedir. Şöyle ki her türlü hayrı gösteren, her türlü kötülükten alıkoyan, kendilerine ulaşan nimetlerin en büyüğü, ilâhî lütufların en üstünü olan, iman ve tasdik ile karşılanmaları, itaat ve teslimiyet ile kabul edilmeleri gereken kat’i delil ve belgeler geldiğinde onlar, gerekenin tam aksi ile karşılık verdiler ve bunları kendilerine getireni yalanlayarak şöyle dediler: “Bu, ancak atalarınızın ibadet edegeldiği şeylerden sizi alıkoymak isteyen bir adamdır.” Onun sizlere dininizi Allah’a halis kılmanızı emretmekten güttüğü maksadı, kendilerini tazim ettiğiniz ve izlerinden gittiğiniz atalarınızın âdetlerini terk etmenizdir. Böylece onlar, sapık kimselerin söyledikleri sözlere dayanarak hakkı reddettiler. Bu konuda herhangi bir delil ya da delile benzer bir şey dahi sunamadılar. Zira peygamberler sapıklara hakka tâbi olmayı emrettikleri vakit onların, arkalarından gittikleri atalarının bu yol üzere olduklarını ileri sürmelerinin delil olabilecek tarafı neresi!? Bu, akılsızlık ve sapıkların görüşlerine dayanarak hakkın reddedilmesidir. Nitekim reddedilen bütün hak hususlar üzerinde düşündüğün takdirde onların bu yolla reddedildiğini görürüz. Hak ancak müşrik, her türlü etkinliği zamanın eseri kabul eden filozof, sabiî, Allah’ın dinini inkâr edip onun dışına çıkan sapıkların sözlerine dayanılarak rededilegelmiştir. Böyle kimseler, kıyamet gününe kadar hakkı reddeden herkesin uyduğu birer örnektir. Atalarının yaptıklarını delil gösterip onların fiillerini, peygamberlerin getirdikleri hakkı reddetmek için gerekçe göstermelerinin ardından bir de hakka dil uzattılar ve: “Bu (Kur'ân), uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir” dediler. Yani bu, bunu bize getiren adamın uydurduğu bir yalandan ibarettir. “Kâfir olanlar hak kendilerine geldiğinde onun için: “Bu, ancak apaçık bir büyüdür” dediler.” Hakkı yalanlamak ve akılsızlara yollarının doğruluğunu göstermek maksadı ile: Bu, herkes tarafından açıkça görülebilecek bir sihirdir, dediler.
#
{44} ولمَّا بيَّن ما ردُّوا به الحقَّ، وأنَّها أقوالٌ دون مرتبة الشُّبهة، فضلاً أن تكون حجَّةً؛ ذكر أنَّهم وإنْ أراد أحدٌ أن يحتجَّ لهم؛ فإنَّهم لا مستند لهم ولا لهم شيءٌ يعتمدونَ عليه أصلاً، فقال: {وما آتَيْناهم من كتبٍ يدرسونَها}: حتى تكون عمدةً لهم، {وما أرسَلْنا إليهم قبلَكَ من نذيرٍ}: حتى يكونَ عندَهم من أقوالِهِ وأحوالِهِ ما يدفعون به ما جئتَهم به؛ فليس عندهم علمٌ ولا أثارَةٌ من علم.
44. Allah, hakkı nasıl reddettiklerini, sözlerinin delil olmak şöyle dursun şüphe uyandırabilecek derecede bile olmadığını açıkladıktan sonra onların -bir kimse lehlerine delil getirmek isteyecek olsa bile- hiçbir dayanaklarının bulunmadığını, kesinlikle esas alacakları bir temelin bulunmadığını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Halbuki biz, (Kur'ân’dan önce) onlara” kendilerine dayanak olsun diye “okuyacakları bir kitap vermemiştik. Senden önce onlara bir uyarıcı da göndermemiştik.” ki o uyarıcının söz ve davranışlarından sahip oldukları bilgilere dayanarak senin kendilerine getirmiş olduğun bu hakkı reddedeler. Yanlarında bilgi de yoktur, bilgiden bir kırıntı da yoktur.
#
{45} ثم خوَّفَهم ما فَعَلَ بالأمم المكذبين قبلَهم، فقال: {وكَذَّبَ الذين من قبلِهِم وما بَلَغوا}؛ أي: ما بلغ هؤلاء المخاطَبون {معشارَ ما آتَيْناهم فكذَّبوا}؛ أي: الأمم الذين من قبلهم {رسلي فكيف كان نكيرِ}؛ أي: إنكاري عليهم وعقوبتي إيَّاهم، قد أَعْلَمَنَا ما فَعَلَ بهم من النَّكال، وأنَّ منهم من أغرقه، ومنهم من أهلكه بالريح العقيم وبالصيحة وبالرجفة وبالخسف بالأرض وبإرسال الحاصِبِ من السماء؛ فاحذَروا يا هؤلاءِ المكذِّبون أن تدوموا على التكذيبِ، فيأخُذَكُم كما أخَذَ مَنْ قبلَكم ويصيبُكم ما أصابَهم.
45. Daha sonra Yüce Allah, kendilerinden önce gelip de peygamberleri yalanlayan ümmetlerin başlarına geleni hatırlatarak onları uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Onlardan öncekiler de yalanlamıştı ki bunlar” yani şu muhataplar “onlara” kendilerinden önceki ümmetlere “verdiklerimizin onda birine bile ulaşamamışlardır. Onlar peygamberlerimi yalanlamışlardı. Peki, benim (yalanlamalarına verdiğim) cevap nasılmış?” Yani onların bu yaptıklarını reddedişim, cezalandırışım nasılmış? Allah önceki ümmetlere nasıl ibretlik cezalar verdiğini bize bildirmiş bulunmaktadır. Nitekim kimisini suda boğmuştur, kimisini kısır rüzgarla, kimisini çığlıkla, kimisini sarsıntı ile, kimisini yerin dibine geçirmekle, kimisinin üzerine de gökten ufak taşlar yağdıran fırtınalar göndermekle helâk etmiştir. O halde ey yalanlayıcılar! Yalanlamayı sürdürmekten sakının. Yoksa sizden öncekileri azap yakaladığı gibi sizi de yakalar ve onların başına gelen musibet sizin de başınıza gelir.
Ayet: 46 - 50 #
{قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍ أَنْ تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِكُمْ مِنْ جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ (46) قُلْ مَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (47) قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (48) قُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ (49) قُلْ إِنْ ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ (50)}.
46- De ki: “Ben size ancak bir tek öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkın, sonra da düşünün. (Göreceksiniz ki) arkadaşınızda delilikten eser yoktur. O, ancak şiddetli bir azabın öncesinde sizi (uyarmak gönderilmiş) için bir uyarıcıdır.” 47- De ki: “Sizden istediğim herhangi bir ücret varsa o, sizin olsun. Benim mükâfatımı vermek, ancak Allah’a aittir. O, her şeye şahittir.” 48- De ki: “Rabbim, hakkı (batılın üzerine) atıp ortaya koyar. O, gaybleri çok iyi bilendir.” 49- De ki: “Hak geldi. Artık batıl, ne yeniden gelebilir ne de eski haline dönebilir.” 50- De ki: “Eğer ben sapmışsam ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yoldaysam bu da Rabbimin bana vahyettikleri sayesindedir. Şüphesiz O, her şeyi işitendir, pek yakındır.”
#
{46} أي: {قل}: يا أيُّها الرسولُ لهؤلاء المكذِّبين المعاندين المتصدِّين لردِّ الحقِّ وتكذيبِهِ والقدح بِمَنْ جاء به: {إنَّما أعِظُكم بواحدةٍ}؛ أي: بخصلةٍ واحدةٍ أشيرُ عليكم بها وأنصحُ لكم في سلوكها، وهي طريقٌ نَصَفٌ، لست أدعوكم بها إلى اتِّباع قولي ولا إلى ترك قولِكُم من دون موجبٍ لذلك، وهي: {أن تقوموا للهِ مثنى وفرادى}؛ أي: تنهضوا بهمَّةٍ ونشاطٍ وقصدٍ لاتِّباع الصواب وإخلاصٍ لله مجتمعين ومتباحِثين في ذلك ومتناظرين وفرادى، كلُّ واحدٍ يخاطِبُ نفسَه بذلك؛ فإذا قُمتم لله مثنى وفرادى؛ استعملتُم فِكْرَكُم وأجَلْتُموه وتدبَّرْتُم أحوال رسولِكُم: هل هو مجنونٌ فيه صفاتُ المجانين من كلامِهِ وهيئتِهِ وصفتِهِ؟ أم هو نبيٌّ صادقٌ منذرٌ لكم ما يضرُّكم مما أمامكم من العذاب الشديد؟ فلو قبلوا هذه الموعظةَ واستعملوها؛ لتبيَّن لهم أكثر من غيرهم أنَّ رسول الله - صلى الله عليه وسلم - ليس بمجنونٍ؛ لأنَّ هيئاته ليست كهيئات المجانين في خنقهم واختلاجهم ونظرهم، بل هيئتُهُ أحسنُ الهيئات، وحركاتُهُ أجلُّ الحركات، وهو أكمل الخلق أدباً وسكينةً وتواضعاً ووقاراً، لا يكون إلاَّ لأرزن الرجال عقلاً. ثم إذا تأمَّلوا كلامَه الفصيحَ ولفظَه المليحَ وكلماتِهِ التي تملأ القلوب أمناً وإيماناً وتزكِّي النفوس وتطهِّرُ القلوب وتبعثُ على مكارم الأخلاق وتحثُّ على محاسن الشِّيَم وترهِّبُ عن مساوئ الأخلاق ورذائِلِها، إذا تكلَّم؛ رَمَقَتْهُ العيونُ هيبةً وإجلالاً وتعظيماً؛ فهل هذا يشبِهُ هَذَيان المجانين وعربَدَتَهم وكلامَهم الذي يشبِهُ أحوالَهم؟! فكلُّ من تدبَّر أحوالَه وقصده استعلام: هل هو رسولُ الله أم لا؟ سواء تفكَّر وحدَه أم معه غيرُهُ؛ جزم بأنه رسولُ الله حقًّا ونبيُّه صدقاً، خصوصاً المخاطبين، الذي هو صاحبُهم، يعرفون أول أمرِهِ وآخرَه.
46. Ey Peygamber! Şu inatcı, yalanlayıcı, hakkı red etmek, onu yalanlamak için uğraşan, onu getirene dil uzatarak tenkid etmeye kalkışan kimselere “de ki: Ben size ancak bir tek öğüt veriyorum.” Ben, size tek bir hususu tavsiye ediyor ve onu izlemenizi öğütlüyorum. Bu da insaflı bir yoldur. Herhangi bir sebep ve gerekçe olmaksızın sözlerime uymaya ve görüşlerinizi terk etmeye çağırmıyorum. Size öğüdüm şudur: “Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkın.” Yani gayretle, doğruya tâbi olmak isteyerek, Allah için ihlâs ile hep birlikte kalkıp bu hususta müzakere edin. Bir de bu hususta herkes, tek tek kalkıp kendi başına düşünsün. Bu şekilde Allah için birer birer, ikişer ikişer kalkıp düşünürseniz aklınızı kullanır, iyice düşünür ve Rasûlünüzün halini incelerseniz: Acaba o deli mi? Söz ve davranışlarında, niteliklerinde delilere yakışan özellikleri var mı? Yoksa o, önünüzde sizi bekleyen çetin azabı haber vererek, size zararı olacak hususları bildirerek sizi uyaran doğru sözlü bir peygamber mi? Eğer bu öğüdü kabul edecek ve gereğini yerine getirecek olsalardı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in deli olmadığını herkesten daha ileri derecede görürlerdi. Çünkü onun hali, bakışları ile hareketleri ile konuşmaları ile delilerin halini andırmamaktadır. Aksine o, hali güzel, tavırları yüce bir kimsedir. Edebi, ağırbaşlılığı, alçakgönüllülüğü ve vakarı ile insanların en mükemmelidir. Onun bu tavırları, ancak en akıllı kimselerin gösterebilecekleri tavırlardır. Diğer taraftan fasih sözleri, güzel lafızları, kalpleri güven ve iman ile dolduran kelimeleri, ruhları arındıran, kalpleri temizleyen, üstün ahlâkî değerlere sevkeden, güzel meziyetleri teşvik eden, kötü ve bayağı huylardan alıkoymaya çalışan sözleri üzerinde iyiden iyiye düşünecek olurlarsa; konuştuğu vakit gözlerin kendisine heybetle, tazimle, saygı ile baktığını hatırlayacak olurlarsa onun sözlerinin, delilerin saçmalarına, onların anlamsız bağırıp çağrışmalarına ve hallerine uygun sözlerine benzeyip benzemediğini iyice anlarlar. Peygamberin hallerini ve maksatlarını iyice düşünen herkes, onun Allah’ın Rasûlü olup olmadığını da çok iyi anlar. İster tek başına düşünsün, ister başkası ile birlikte düşünsün. Onun gerçekten Allah’ın rasûlü, hakiki bir peygamberi olduğunu anlar. Özellikle de ilk muhataplar. Çünkü o, onların içinden biri idi. Onu, geçmişi ile geleceği ile çok iyi tanıyorlardı.
#
{47} وثَمَّ مانعٌ للنفوس آخرُ عن اتِّباع الداعي إلى الحقِّ، وهو أنه يأخذُ أموال مَن يستجيبُ له ويأخذُ أجرةً على دعوتِهِ، فبيَّن الله تعالى نزاهةَ رسوله عن هذا الأمر، فقال: {قل ما سألتُكُم من أجرٍ}؛ أي: على اتِّباعكم للحقِّ {فهو لكم}؛ أي: فأشهدكم أنَّ ذلك الأجر على التقدير أنَّه لكم. {إنْ أجرِيَ إلاَّ على الله وهو على كلِّ شيءٍ شهيدٌ}؛ أي: محيطٌ علمهُ بما أدعو إليه؛ فلو كنتُ كاذباً؛ لأخذني بعقوبته، وشهيدٌ أيضاً على أعمالِكم، سيحفظُها عليكم ثم يجازيكم بها.
47. Diğer taraftan insanları hakka davet edene tâbi olmaktan alıkoyan bir husus daha vardır. O da çağrısını kabul eden kimselerden mal alması ve davetine karşılık bir ücret istemesidir. Yüce Allah, Rasûlünün böyle bir konuma düşmekten de münezzeh olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Sizden” hakka tâbi olmanıza karşılık “istediğim herhangi bir ücret varsa o, sizin olsun.” Sizi şahit tutuyorum ki o ücret -eğer öyle bir şey söz konusu ise- sizin olsun, ben istemiyorum. “Benim mükâfatımı vermek, ancak Allah’a aittir. O, her şeye şahittir.” O’nun ilmi benim neye davet ettiğimi de kuşatmıştır. O nedenle eğer ben, yalan söylüyor isem cezası gelip beni bulacaktır. Aynı şekilde O, sizin amellerinizi de görmektedir. Amellerinizi kaydedecek, sonra da size onların karşılığını verecektir.
#
{48} ولمَّا بيَّنَ البراهينَ الدالةَ على صحة الحقِّ وبطلان الباطل؛ أخبر تعالى أنَّ هذه سنَّتُه وعادته أن يَقْذِف بالحقِّ على الباطل فيدمَغَهُ فإذا هو زاهقٌ؛ لأنَّه بيَّن من الحقِّ في هذا الموضع وردَّ به أقوالَ المكذِّبين ما كان عبرةً للمعتبرين وآيةً للمتأملين؛ فإنَّك كما ترى كيف اضمحلَّتْ أقوالُ المكذِّبين، وتبيَّن كذِبُهم وعنادُهم، وظهر الحقُّ وسطع، وبطل الباطلُ وانقمعْ، وذلك بسبب بيان {عَلاَّم الغُيوبِ}، الذي يعلم ما تنطوي عليه القلوبُ من الوساوس والشُّبه، ويعلم ما يقابِلُ ذلك ويدفعُه من الحُجج، فيعلِّم بها عبادَه، ويبيِّنُها لهم.
48. Allah hakkın doğruluğuna, batılın da batıl olduğuna delil olan apaçık belgeleri beyan ettikten sonra, kanununun ve âdetinin şu olduğunu belirtmektedir: “Rabbim, hakkı (batılın üzerine) atıp ortaya koyar.” Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Biz hakkı batıl üzerine atarız da hak, onun beynini darmadağın eder. Bir de bakmışsın ki canı çıkmış bile!” (el-Enbiyâ, 21/18) Çünkü Yüce Allah, burada hakkı beyan etmiş ve bu hak ile yalanlayıcıların iddialarını -ibret alanlara ibret, düşünenlere de bir bir delil olacak şekilde- çürütmüş bulunmaktadır. Yalanlayıcıların sözlerinin nasıl çürütüldüğünü, yalan söylediklerinin ve inatlarının nasıl açığa çıktığını, hakkın nasıl galip gelip parlak bir şekilde ortaya konduğunu, batılın ise çürüyüp yok olduğunu görüyoruz. Bu ise “gaybleri çok iyi bilen”, kalplerdeki vesvese ve şüpheleri, buna nasıl karşılık verileceğini ve bunları bertaraf eden delilleri çok iyi bilenin açıklamaları sayesindedir. O, bunları kullarına öğretiyor ve onlara beyan ediyor. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
#
{49} ولهذا قال: {قل جاء الحقُّ}؛ أي: ظهر وبان وصار بمنزلة الشمس وظَهَرَ سلطانُه، {وما يُبدِئُ الباطل وما يعيدُ}؛ أي: اضمحلَّ وبطل أمرُه وذهب سلطانُه؛ فلا يُبدئ ولا يُعيدُ.
49. “De ki: Hak geldi” yani üstünlüğünü sağladı, açıkça ortaya çıktı. Güneş gibi parıldamakta ve hakimiyeti sağlamış bulunmakta. “Artık batıl, ne yeniden gelebilir ne de eski haline dönebilir.” Artık yok olup gitti ve işi bitti, hakimiyeti sona erdi. Yeniden bir şey de var edemez, geri de getiremez.
#
{50} ولما تبيَّن الحقُّ بما دعا إليه الرسولُ، وكان المكذِّبونَ له يرمونَه بالضَّلال؛ أخبرهم بالحقِّ، ووضَّحه لهم وبيَّن لهم عَجْزَهُم عن مقاومتِهِ، وأخبرَهَم أنَّ رميَهم له بالضلال ليس بضائرٍ الحقَّ شيئاً ولا دافع ما جاء به، وأنَّه إنْ ضلَّ ـ وحاشاه من ذلك، لكن على سبيل التنزُّلِ في المجادلة ـ؛ فإنَّما يَضِلُّ على نفسِهِ؛ أي: ضلالُه قاصرٌ على نفسه، غيرُ متعدٍّ إلى غيرِهِ، {وإنِ اهتديتُ}: فليس ذلك من نفسي وحولي وقوَّتي، وإنَّما هدايتي بما {يوحي إليَّ ربي}: فهو مادة هدايتي؛ كما هو مادةُ هداية غيري؛ إنَّ ربِّي سميعٌ للأقوال والأصواتِ كلِّها، قريبٌ ممَّن دعاه وسأله وعَبَدَهُ.
50. Rasûlün daveti sayesinde hak açıkça ortaya çıkmasına rağmen yalanlayanlar, onun sapık olduğunu söyleyince o, onlara hakkı haber verip açıkladı ve kendisine karşı durmaktan aciz olduklarını belirtti. Kendisini sapıklıkla itham etmelerinin hakka hiçbir şekilde zarar veremeyeceğini, getirdiği hakkı hiçbir şekilde bertaraf edemeyeceğini onlara haber verdi. Şöyle ki o -hâşâ- sapıtmış ise -ki bu tartışma esnasında karşı tarafın seviyesine inme kabilindendir- kendi aleyhine sapıtmış olur. Yani sapıklığının zararı yalnız kendisinedir. Bu zarar onu aşıp başkasına geçmez. “Eğer doğru yoldaysam bu da” hidâyet ve doğru yolda oluşum benden, benim kendi gücümden kaynaklanan bir şey değildir. Benim hidâyet buluşum ancak “Rabbimin bana vahyettikleri sayesindedir.” Benden başkalarının hidâyet kaynağı O’ndan olduğu gibi, benim hidâyetimin kaynağı da O’ndandır. “Şüphesiz O” benim Rabbim, bütün sözleri ve sesleri “işitendir”, kendisine dua eden, kendisinden bir şeyler isteyen ve kendisine ibadet eden kimselere de “pek yakındır.”
Ayet: 51 - 54 #
{وَلَوْ تَرَى إِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَأُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرِيبٍ (51) وَقَالُوا آمَنَّا بِهِ وَأَنَّى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ (52) وَقَدْ كَفَرُوا بِهِ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ (53) وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُرِيبٍ (54)}.
51- Dehşete kapıldıklarında onları bir görsen! Artık kaçıp kurtulma imkanı yoktur ve yakın bir yerden yakalanmışlardır. 52- “O’na iman ettik” derler. Ama uzak bir yerden (iş işten geçtikten sonra) imanı elde etmeleri ne mümkün! 53- Halbuki önceden onu inkar etmişlerdi. Üstelik uzak bir yerden görmedikleri bir şeye taş atıyor/rastgele tahminlerde bulunuyorlardı. 54- Daha önceden benzerlerine yapıldığı gibi onlar ile arzuladıkları şeyler arasına da bir engel konmuştur. Çünkü onlar, derin bir şüphe içerisinde idiler.
#
{51} يقول تعالى: {ولو ترى}: أيُّها الرسولُ ومَنْ قام مقامَكَ حالَ هؤلاء المكذِّبين {إذْ فَزِعوا}: حين رأوا العذابَ وما أخبرتْهم به الرسلُ وما كذَّبوا به؛ لرأيتَ أمراً هائلاً ومنظراً مفظِعاً وحالةً منكرةً وشدَّةً شديدةً، وذلك حين يحقُّ عليهم العذابُ، وليس لهم عنه مهربٌ ولا فوتٌ، {وأخِذوا من مكانٍ قريبٍ}؛ أي: ليس بعيداً عن محلِّ العذاب، بل يُؤخَذون ثم يُقْذَفون في النار.
51. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber ve daha sonra senin görevini ifa etmekle yükümlü olanlar! “Dehşete kapıldıklarında onları” azabı, peygamberlerin kendilerine haber verdiği ve yalan kabul ettikleri şeyleri görecekleri vakit şu yalanlayıcıların hallerini “bir görsen!” Çok dehşetli ve korkunç bir manzara ile, görülmesine tahammül edilemeyecek son derece zorlu bir hal ile karşılaşırdın! Bu, onlar için azabın kaçınılmaz olacağı vakittir. “Artık” onlar için “kaçıp kurtulma imkanı” kaçıp sığınacakları bir yer “yoktur ve yakın bir yerden yakalanmışlardır.” Bu yakalanacakları yer, azap yerinden uzak olmayacaktır. Aksine onlar yakalanacak ve arkasından hemen ateşe atılacaklardır.
#
{52} {وقالوا}: في تلك الحال: آمنَّا باللهِ، وصدَّقْنا ما به كذَّبْنا، {و} لكنْ {أنَّى لهم التَّناوُشُ}؛ أي: تناولُ الإيمان، {من مكانٍ بعيدٍ}: قد حيل بينَهم وبينَه، وصار من الأمورِ المُحالة في هذه الحالة.
52. İşte bu durumda iken “O’na iman ettik” Allah'a ve daha önce yalanladığımız şeyleri tasdik ediyoruz “derler. Ama uzak bir yerden (iş işten geçtikten sonra) imanı elde etmeleri ne mümkün!” Çünkü onlar ile iman arasına engel konulmuştur. Böyle bir durumda iman etmeleri artık imkânsız bir haldir. Mümkün olduğu vakit (dünyada) iman etmiş olsalardı, elbette o, kabul edilebilir bir iman olurdu.
#
{53} فلو أنَّهم آمنوا وقتَ الإمكان؛ لكان إيمانُهم مقبولاً، ولكنَّهم {كفروا به من قبلُ ويَقْذِفُونَ}؛ أي: يرمون {بالغيبِ من مكانٍ بعيد}: بقذفهم الباطل لِيُدْحِضوا به الحقَّ، ولكن لا سبيل إلى ذلك؛ كما لا سبيل للرامي من مكانٍ بعيد إلى إصابةِ الغرضِ؛ فكذلك الباطلُ من المُحال أن يغلبَ الحقَّ أو يدفَعَه، وإنَّما يكون له صولةٌ وقتَ غفلةِ الحقِّ عنه، فإذا برزَ الحقُّ وقاوم الباطلَ؛ قمعه.
53. Ama “önceden onu inkar etmişlerdi. Üstelik uzak bir yerden görmedikleri bir şeye taş atıyor/rastgele tahminlerde bulunuyorlardı.” Hakkı ortadan kaldırmak için batıl iddia ve iftiralarda bulunuyorlardı. Ancak uzak bir yerden atış yapan kimsenin hedefini isabet ettirmesi imkânsız olduğu gibi onların da böyle bir şeyi isabet ettirmelerine imkân yoktu. İşte batılın hakka galip gelmesi yahut onu ortadan kaldırması da imkânsız bir şeydir. Hakkın batılı fark etmemesi halinde batılın bir hamlesi olabilir; fakat hak ortaya çıkıp batıla karşı durdu mu onu ortadan kaldırır.
#
{54} {وحِيل بينَهم وبينَ ما يَشْتهونَ}: من الشهواتِ واللَّذَّاتِ والأولاد والأموال والخدم والجنودِ، قد انفردوا بأعمالِهِم، وجاؤوا فرادى كما خُلِقوا وتَركَوا ما خُوِّلوا وراءَ ظهورهم، {كما فعل بأشياعِهِم}: من الأمم السابقين حين جاءهم الهلاك حيل بينَهم وبينَ ما يشتهون. {إنَّهم كانوا في شكٍّ مريبٍ}؛ أي: مُحْدِث الرِّيبة وقلق القلب؛ فلذلك لم يؤمِنوا، ولم يعتَبوا حين استُعْتِبوا.
54. “Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi” yani önceki ümmetler helâk edilecekleri vakit nasıl arzu ettikleri şeylere ulaşmalarına engel olundu ise “bunlar ile arzuladıkları şeyler arasına da” istedikleri zevkler, evlat, mallar, hizmetçiler, askerler vb. arasına “bir engel konmuştur.” Artık amelleri ile başbaşa kalmışlardır. Huzura tıpkı yaratıldıkları gibi tek tek gelecekler ve daha önce kendilerine verilen nimetleri geride bırakmış olacaklardır. “Çünkü onlar derin bir şüphe içinde idiler.” Şüphe doğuran, kalpleri rahatsız eden tereddütlere kapılmışlardı. İşte bunun için iman etmediler. İman etmemek noktasında mazeretlerinin kabul edilmesini isteyecekleri vakit de mazeretleri kabul edilmeyecektir.
Sebe’ Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah’a hamd-u senâlar olsun. Minnet duygularımız O’nadır, lütuf O’ndandır, yardımcımız O’dur, O’na tevekkül ederiz ve O’na güveniriz.