Ayet:
32- SECDE SÛRESİ
32- SECDE SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 30 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 3 #
{الم (1) تَنْزِيلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (2) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ بَلْ هُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا أَتَاهُمْ مِنْ نَذِيرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ (3)}
1- Elif, Lâm, Mîm. 2- İçinde hiçbir şüphe bulunmayan bu Kitap, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. 3- Yoksa onlar: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar? Hayır; o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarasın diye Rabbinden gelmiş olan haktır. Olur ki hidâyet bulurlar.
#
{2} يخبر تعالى أنَّ هذا الكتاب الكريم تنزيلٌ نزل من ربِّ العالمين، الذي ربَّاهم بنعمتِهِ، ومن أعظم ما ربَّاهم به هذا الكتاب، الذي فيه كلُّ ما يُصْلِحُ أحوالَهم ويتمِّم أخلاقَهم، وأنَّه لا ريبَ فيه ولا شكَّ ولا امتراءَ.
2. Yüce Allah, bu Kitab-ı Kerim’in âlemleri nimetleri ile besleyip gözeten alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunu haber vermektedir. O’nun âlemleri kendisi vasıtası ile gözettiği en büyük hususlardan birisi de bu Kitaptır. Bu Kitapta onların hallerini düzelten ve ahlâklarını kemale erdiren her bir husus vardır. Bu Kitapta hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Tartışmayı gerektirecek bir taraf da yoktur.
#
{3} ومع ذلك؛ قالَ المكذِّبون للرسول الظالمونَ في ذلك: افتراه محمدٌ واختلَقَه من عند نفسه! وهذا من أكبر الجراءة على إنكارِ كلام اللَّه، ورَمْي محمدٍ بأعظم الكذِبِ، وقدرة الخَلْق على كلام مثل كلام الخالق، وكلُّ واحد من هذه، من الأمور العظائم، قال الله رادًّا على من قال: افتراه: {بل هو الحقُّ}: الذي لا يأتيه الباطلُ من بين يديه ولا من خلفِهِ تنزيلٌ من حكيم حميدٍ {من ربِّكَ}: أنزله رحمةً للعباد، {لِتُنذِرَ قوماً ما أتاهم من نذيرٍ من قبلِكَ}؛ أي: هم في حال ضرورة وفاقةٍ لإرسال الرسول وإنزال الكتاب لعدم النذير، بل هم في جهلهم يَعْمَهون، وفي ظُلمة ضلالهم يتردَّدون، فأنزلنا الكتاب عليك، {لعلَّهم يهتدونَ}: من ضلالهم، فيعرفون الحقَّ ويؤثِرونَه. وهذه الأشياء التي ذَكَرها الله كلُّها مناقضةٌ لتكذيبهم له، وإنَّها تقتضي منهم الإيمان والتصديق التامَّ به، وهو كونُه من ربِّ العالَمين، وأنَّه حقٌّ، والحق مقبولٌ على كلِّ حال، وأنه لا ريبَ فيه بوجه من الوجوه؛ فليس فيه ما يوجب الريبة؛ لا بخبر غير مطابق للواقع ، ولا بخفاء واشتباه معانيه، وأنهم في ضرورة وحاجة إلى الرسالة، وأن فيه الهداية لكلِّ خير وإحسان.
3. Bununla birlikte peygamberi yalanlayan zalimler bu hususta: Onu Muhammed uydurdu, onu kendiliğinden uydurup ortaya koydu, derler. Bu Kitabı Muhammed’in uydurduğunu söylemek, Allah’ın kelâmını inkâr etmeye, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i çok büyük bir yalancılıkla itham etmek gibi en ileri derecede bir küstahlıktır. Zira bu, insanların tıpkı Allah’ın kelâmı gibi bir söz söyleyebileceklerini iddia etmek demektir ki bunların hepsi de çok ağır günahlardır. Yüce Allah, “Onu Muhammed uydurdu” diyenlerin sözlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Hayır, o... haktır.” Önünden de arkasından da batıl ona asla erişemez. O, her türlü işi hikmetli olan, hikmeti sonsuz Hakîm’in, bütün hamdlere layık Hamîd Allah’ın indirdiği bir kitaptır. “Senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarasın diye Rabbinden gelmiş olan” kullara bir rahmet olarak indirdiği “haktır.” Yani Rabbin, bu Kitabı sana, kavminin uyarıcıları olmadığı için bir peygamberin gönderilmesine ve bir Kitabın indirilmesine son derece muhtaç oldukları bir halde indirmiştir. Onlar, cahillikleri içerisinde şaşkın oldukları, sapıklıkların karanlığı içerisinde bocaladıkları bir halde iken Allah, sana bu kitabı indirmiştir. Bizim sana bu Kitabı indirmemizin sebebi ise sapıklıklarından “hidâyet bulurlar” ve böylelikle hakkı bilip onu tercih ederler diyedir. Yüce Allah’ın sözünü ettiği bütün bu hususlar, onların bu Kitabı yalanlayışları ile tam bir çelişki arzetmektedir. Çünkü bütün bu hususlar onların iman etmelerini ve bu Kitabı tam anlamı ile tasdik etmelerini tasdik etmelerini gerektirmektedir. Çünkü bu Kitap, âlemlerin Rabbi tarafından gelmiştir ve hakkın ta kendisidir. Hakkın ise her halükârda kabul edilmesi gerekir. Yine bu Kitapta hiçbir şekilde “şüphe yoktur.” Hatta şüphe etmeyi gerektirecek hiçbir husus yoktur. Onda vakıaya uymayan bir haber olmadığı gibi, manalarında gizlilik, kapalılık ve karışıklık gibi şüpheye düşmeyi gerektirecek bir taraf da yoktur. Üstelik bu Kitap, risalete zorunlu bir ihtiyaç bulunduğu bir zamanda gelmiştir ve o her türlü hayra ve iyiliğe ileten bir rehberdir.
Ayet: 4 - 9 #
{اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ (4) يُدَبِّرُ الْأَمْرَ مِنَ السَّمَاءِ إِلَى الْأَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ أَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ (5) ذَلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (6) الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ (7) ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ (8) ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ (9)}
4- Allah, gökleri, yeri ve onların aralarında bulunanları altı günde yaratan, sonra da Arş’a istivâ edendir. Sizin için O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi yoktur. Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız? 5- O, her işi gökten yere doğru idare eder. Sonra da o işler, sizin saydığınız (dünya yıllarından) bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir. 6- İşte bu (işleri yürüten), gizliyi de açığı da bilendir, Azizdir, Rahîmdir. 7- O, yarattığı her şeyi güzel ve sağlam yapmıştır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır. 8- Sonra onun soyunu hakir bir sudan meydana gelen bir özden var etmiştir. 9- Sonra ona tam bir şekil vermiş ve içine ruhundan üfürmüştür. Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
#
{4} يخبر تعالى عن كمال قدرته بخلقه السماوات والأرض في ستة أيام، أولها يوم الأحد، وآخرها الجمعة، مع قدرته على خلقها بلحظة، ولكنَّه تعالى رفيقٌ حكيمٌ، {ثم استوى على العرش}: الذي هو سقفُ المخلوقات استواءً يليقُ بجلالِهِ، {ما لكم من دونِهِ من وليٍّ}: يتولاَّكم في أمورِكم فينفَعُكم {ولا شفيع}: يشفعُ لكم إنْ توجَّه عليكم العقاب. {أفلا تتذكَّرونَ}: فتعلمون أنَّ خالق الأرض والسماواتِ، المستوي على العرش العظيم، الذي انفرد بتدبيركم وتولِّيكم، وله الشفاعةُ كلُّها، هو المستحقُّ لجميع أنواع العبادة!
4. Yüce Allah, kudretinin kemalini haber vermekte ve “gökleri, yeri ve onların aralarında bulunanları altı günde” yarattığını bildirmektedir. Bu altı günün ilki pazar, sonuncusu ise cumadır. Bunları bir anda yaratmaya kadir olmakla birlikte böyle yaratması yüce Allah’ın Refîk (yumuşaklıkla muamele eden) ve Hakîm (hikmeti sonsuz) oluşundan dolayıdır. “Sonra” bütün mahlukatın tavanı durumunda olan “Arş’a” celaline yakışan bir şekilde “istivâ edendir.” “Sizin için O’ndan başka” işlerinizi çekip çevirecek ve böylelikle size fayda sağlayacak “ne bir dost ne de” sizi cezalandırmak istediği takdirde şefaati kabul edilecek “bir şefaatçi yoktur.” “Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?” ki böylelikle gökleri ve yeri yaratan, yüce Arşa istivâ eden, tek başına işlerinizi çekip çevirenin, görüp gözetenin O olduğuna, bütün şefaat izninin elinde bulunduğuna, bütün ibadet çeşitlerine yalnızca O’nun layık olduğuna dair kesin bilgi sahibi olasınız!
#
{5} {يدبِّرُ الأمرَ}: القدريَّ والأمر الشرعيَّ، الجميع هو المنفرد بتدبيره، نازلةٌ تلك التدابير من عند الملك القدير، {من السماء إلى الأرض}: فيُسْعِدُ بها ويشقي، ويُغني ويُفقر، ويعزُّ ويذلُّ ويكرِم ويُهين، ويرفع أقواماً ويضع آخرينَ، وينزِّل الأرزاق، {ثم يَعْرُجُ إليه}؛ أي: الأمر ينزِلُ من عنده، ويعرُجُ إليه {في يوم كان مقدارُهُ ألفَ سنةٍ ممَّا تعدُّونَ}: وهو يعرُجُ إليه، ويصِلُه في لحظة.
5. “O, her işi” kaderî ve şer’î emri “gökten yere doğru idare eder.” Her şeyi tek başına çekip çeviren, idare eden O’dur. Bütün işler, o mutlak malik ve kudreti sonsuz tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu konudaki emirleri gökten yere doğru iner ve bu emirlerle O, kullarını mutlu eder, bedbaht eder, zengin kılar, fakir kılar, aziz eder, zelil eder, şerefli kılar, hakir kılar, kimi kavimleri yükseltir, başkalarını alçaltır, rızıkları indirir vb... “Sonra da o işler, sizin saydığınız (dünya yıllarından) bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.” Yani her bir iş ve emir O’nun katından iner ve yine O’na yükselir. Bu yükseliş, bir anda olur ve O’na ulaşır.
#
{6} {ذلك}: الذي خلق تلك المخلوقات العظيمة، الذي استوى على العرش العظيم، وانفرد بالتدابير في المملكة، {عالمُ الغيب والشهادة العزيزُ الرحيم}: فبسعة علمِهِ وكمال عزَّتِهِ وعموم رحمتِهِ أوجَدَها، وأوْدَعَ فيها من المنافع ما أوْدَعَ، ولم يعسُرْ عليه تدبيرُها.
6. “İşte bu (işleri yürüten) bütün bu büyük mahlukatı yaratan, yüce Arşa istivâ eden, kainatı tek başına idare eden Zat, “gizliyi de açığı da bilendir, Azizdir, Rahîmdir.” İlminin genişliği, emrinin üstünlüğü, izzetinin kemali, rahmetinin umumiliği ile O, kâinatı var etmiş ve orada pek çok menfaatler yaratmıştır. Bunların hepsini çekip çevirmek, onları idare etmek O’na zor gelmez.
#
{7} {الذي أحسنَ كلَّ شيءٍ خَلَقَه}؛ أي: كلّ مخلوقٍ خلقَهُ الله؛ فإنَّ الله أحسن خلقَه، وخَلَقَهُ خلقاً يليقُ به ويوافِقُه؛ فهذا عامٌّ، ثم خصَّ الآدميَّ لشرفِهِ وفضلِهِ، فقال: {وبدأ خَلْقَ الإنسانِ من طينٍ}: وذلك بخلق آدم عليه السلام أبي البشر.
7. “O, yarattığı her şeyi güzel ve sağlam yapmıştır.” Yani yüce Allah yarattığı bütün mahlukatı, kendisine uygun olan en güzel surette yaratmıştır. Bu her varlığı kapsayan umumi bir ifadedir. Daha sonra yüce Allah şeref ve üstünlüğü dolayısı ile Ademoğlunu özellikle söz konusu ederek: “İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır” buyurmaktadır. Bu ise insanlığın ilk atası Âdem’in aleyhisselam yaratılışını ifade etmektedir.
#
{8} {ثم جعل نَسْلَه}؛ أي: ذريَّة آدم ناشئة {من ماء مَهين}: وهو النطفةُ المستقذرةُ الضعيفة.
8. “Sonra onun soyunu” Âdem’in soyundan gelenleri “hakir bir sudan meydana gelen bir özden” oldukça güçsüz ve kendisinden tiksinilen nutfeden “var etmiştir” yaratmıştır.
#
{9} {ثم سوَّاه} بلحمِهِ وأعضائِهِ وأعصابه وعروقِهِ، وأحسن خِلْقَتَه، ووضع كلَّ عضو منه بالمحلِّ الذي لا يليقُ به غيره، {ونفخ فيه من روحِهِ}: بأن أرسل إليه المَلَكَ؛ فينفخ فيه الروحَ، فيعود بإذن الله حيواناً بعد أن كان جماداً، {وجَعَلَ لكم السمعَ والأبصارَ}؛ أي: ما زال يعطيكم من المنافع شيئاً فشيئاً حتى أعطاكم السمع والأبصار {والأفئدة قليلاً ما تشكُرون}: الذي خلقكم، وصوَّركم.
9. “Sonra ona tam bir şekil vermiş” eti ile, organları ile, damarları ile, sinirleri ile en güzel sureti ile onu yaratıp şekillendirmiş, onun her bir organını en uygun ve en yakışan yerine en uygun şekilde yerleştirmiştir. “ve içine ruhundan üfürmüştür.” Bu da (ana rahminde iken) ona meleği göndermesi ile olur. Melek ona ruh üfler ve artık önceden cansız bir varlık iken Allah’ın izni ile canlı bir varlık oluverir. “Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratmıştır.” O, sizin faydanıza olacak şeyleri aşama aşama vermiş ve en nihâyetinde size gözler, kulaklar ve kalpler vermiştir. Sizleri yaratana ve size suret verene “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”
Ayet: 10 - 11 #
{وَقَالُوا أَإِذَا ضَلَلْنَا فِي الْأَرْضِ أَإِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ بَلْ هُمْ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ (10) قُلْ يَتَوَفَّاكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ (11)}
10- Dediler ki: “Biz toprağa karışıp kaybolduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı yeniden yaratılacağız?” Esasen onlar Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar. 11- De ki: “Sizin (ruhunuzu almakla) görevli kılınan ölüm meleği canınızı alacak sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.”
#
{10} أي: قال المكذِّبون بالبعثِ على وجه الاستبعاد: {أإذا ضلَلْنا في الأرض}؛ أي: بَلينا وتمزَّقْنا وتفرَّقْنا في المواضع التي لا تعلم، {أإنَّا لَفي خلقٍ جديدٍ}؛ أي: لمبعوثون بعثاً جديداً؛ بزعمهم أن هذا من أبعد الأشياء! وذلك بقياسهم قدرة الخالق على قُدَرِهِم ، وكلامهم هذا ليس لطلب الحقيقة، وإنَّما هو ظلمٌ وعنادٌ وكفرٌ بلقاء ربهم وجحدٌ، ولهذا قال: {بل هم بلقاءِ ربِّهم كافرونَ}: فكلامُهم عُلِمَ مصدرُهُ وغايتُهُ، وإلاَّ؛ فلو كان قصدُهم بيان الحق لبُيِّنَ لهم من الأدلَّة القاطعة على ذلك ما يجعله مشاهداً للبصيرة بمنزلة الشمس للبصر، ويكفيهم أنهم عندهم علمٌ أنهم قد ابتُدِئوا من العدم؛ فالإعادةُ أسهلُ من الابتداء، وكذلك الأرضُ الميتة ينزِلُ الله عليها المطرَ فتحيا بعد موتها، وينبتُ به متفرِّقُ بذورها.
10. Yani öldükten sonra dirilişi yalanlayan kimseler, bunu çok uzak bir ihtimal görerek “dediler ki: Biz toprağa karışıp kaybolduğumuz vakit” çürüyüp darmadağın olduğuzda, parçalarımız bilinmeyen yerlere saçıldığı vakit “evet biz (bu hale geldikten sonra) mı yeniden yaratılacağız?” Yani diriltilip yeniden var mı edileceğiz? Onlar, kendi kanaatlerince böyle bir şeyi uzak bir ihtimal olarak görüyorlardı. Bu ise yaratıcının kudretini kendi kudretlerine kıyas etmelerinden dolayıdır. Onların bu sözleri hakikati aramak maksadı ile söylenmiş değildir. Aksine zulüm, inat, Rablerine kavuşmayı inkâr maksadı ile söylenmiş sözlerdir. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır: “Esasen onlar Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar.” Böylelikle onların bu sözlerinin kaynağı ve nihai amacı da anlaşılmış olmaktadır. Aksi takdirde onların maksatları hakkın açıklanması olsa idi, şüphesiz buna dair kat’i deliller onlara açıklanırdı. Bu deliller ile onlar, gözle güneş görülürcesine bu hususu açıkça görüp anlayabilecek şekilde aydınlatılırlardı. Bunu anlamaları için onların, kendilerinin yoktan var edilmiş olmalarını bilmeleri yeterlidir. Çünkü mevcut bir şeyi yeniden var etmek, yoktan var etmeye nispetle daha kolaydır. Ölü toprağın durumu da buna bir örnektir. Nitekim Allah oraya yağmur indirir de ölümünden sonra yeryüzü dirilip oraya atılan çeşitli tohumlar yeşerip biter.
#
{11} {قل يتوفَّاكم مَلَكُ الموت الذي وُكِّلَ بكم}؛ أي: جعله الله وكيلاً على قبض الأرواح، وله أعوان، {ثمَّ إلى ربِّكُم تُرجعونَ}: فيجازيكم بأعمالكم، وقد أنكرتُم البعث؛ فانظُروا ماذا يفعلُ الله بكم.
11. “De ki: “Sizin (ruhunuzu almakla) görevli kılınan ölüm meleği canınızı alacak” Yani yüce Allah bu meleği ruhları kabzetmekle görevlendirmiştir ve onun bu hususta yardımcıları da vardır. “Sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.” O da amellerinizin karşılığını verecektir. Siz ise öldükten sonra dirilişi inkâr ediyorsunuz. O halde Allah’ın size neler yapacağını bir düşünün! Yüce Allah, onların Kıyamet gününde kendisine döndürüleceklerini söz konusu ettikten sonra huzurunda durma hallerini de söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 12 - 14 #
{وَلَوْ تَرَى إِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُو رُءُوسِهِمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ رَبَّنَا أَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا إِنَّا مُوقِنُونَ (12) وَلَوْ شِئْنَا لَآتَيْنَا كُلَّ نَفْسٍ هُدَاهَا وَلَكِنْ حَقَّ الْقَوْلُ مِنِّي لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ (13) فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاءَ يَوْمِكُمْ هَذَا إِنَّا نَسِينَاكُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْخُلْدِ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (14)}
12- Günahkârları Rablerinin huzurunda başlarını eğip: “Rabbimiz! Gördük ve işittik. Artık bizi (dünyaya) döndür de salih amel işleyelim. Çünkü Biz kesin olarak inandık” diyecekleri vakit onları bir görsen! 13- Eğer biz dileseydik herkese hidâyet verirdik. Fakat benden sadır olan: “Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan dolduracağım” sözü elbette hak olmuştur. 14- O halde siz, bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz için tadın (azabı)! Artık biz de sizi unuttuk. Yapmakta olduklarınıza karşılık olarak tadın ebedi azabı!
#
{12} لما ذكر تعالى رجوعَهم إليه يوم القيامةِ؛ ذكر حالَهم في مقامهم بين يديه، فقال: {ولو ترى إذِ المجرِمونَ}: الذين أصرُّوا على الذنوبِ العظيمة، {ناكِسوا رؤوسِهِم عند ربِّهم}: خاشعين خاضعين، أذلاَّء مقرِّين [بجرمهم] ، سائلين الرجعة قائلين: {ربَّنا أبْصَرْنا وسَمِعْنا}؛ أي: بان لنا الأمرُ ورأيناه عياناً، فصار عينَ يقينٍ، {فارْجِعْنا نعملْ صالحاً إنَّا موقِنونَ}؛ أي: صار عندَنا الآن يقينٌ بما كنا نكذِّب به؛ أي: لرأيت أمراً فظيعاً وحالاً مزعجة وأقواماً خاسرين وسؤالاً غير مجابٍ؛ لأنَّه قد مضى وقتُ الإمهال.
12. Pek büyük günahlar üzerinde ısrar eden “günahkârları Rablerinin huzurunda” günahlarını ikrâr eder, zilletle boyun eğer bir halde, geri döndürülmeleri talebi ile “Rabbimiz, gördük ve işittik” durum bizim için açıkça ortaya çıktı. Her şeyi gözlerimizle gördük ve bu bizim için gözle görülen (ayne’l-yakîn) bir husus oldu; “Artık bizi (dünyaya) döndür de salih amel işleyelim. Çünkü Biz kesin olarak inandık.” Şu anda biz daha önce yalanlamış olduğumuz şeylere artık kesinlikle inanıyoruz “diyecekleri vakit onları bir görsen!” Çok dehşetli bir hal, çok korkunç bir durum, hüsrana uğramış kavimler, kabul edilmeyen istekleri… görmüş olursun. Çünkü artık mühlet verilecek zaman geride kalmıştır.
#
{13} وكلُّ هذا بقضاءِ الله وقدرِهِ؛ حيث خلَّى بينَهم وبين الكفر والمعاصي؛ فلهذا قال: {ولو شِئْنا لآتَيْنا كلَّ نفس هُداها}؛ أي: لهدينا الناس كلَّهم وجَمَعْناهم على الهدى، فمشيئتُنا صالحةٌ لذلك، ولكنَّ الحكمة تأبى أن يكونوا كلُّهم على الهدى، ولهذا قال: {ولكنْ حقَّ القولُ مني}؛ أي: وجب وثبت ثبوتاً لا تغيُّر فيه، {لأملأنَّ جهنَّم من الجِنَّةِ والناس أجمعينَ}: فهذا الوعدُ لا بدَّ منه ولا محيدَ عنه؛ فلابدَّ من تقرير أسبابه من الكفرِ والمعاصي.
13. Bütün bunlar, yüce Allah’ın kaza ve kaderi iledir. Çünkü yüce Allah, onları küfür ve masiyet işlemekle baş başa bırakmıştır. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer biz dileseydik herkese hidâyet verirdik.” Yani bütün insanları hidâyete eriştirir, onları hidâyet etrafında toplardık. Biz irademizle bunu yapabilirdik. Fakat onların hepsinin (zorla) hidâyet üzere olmaları ilâhî hikmete uygun değildir. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat benden sadır olan” hiçbir şekilde değişikliği söz konusu olmaksızın, yerine gelmesi kesin ve sabit olan “Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan dolduracağım, sözü hak olmuştur.” Bu vaadin gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır, bundan kurtuluş yoktur. O bakımdan bunun sebepleri olan küfür ve masiyetlerin işlenmesi de kaçınılmaz bir hal almıştır.
#
{14} {فذوقوا بما نَسيتُم لقاء يومِكُم هذا}؛ أي: يقال للمجرمين الذين ملكهم الذلُّ، وسألوا الرجعة إلى الدُّنيا؛ ليستدركوا ما فاتهم: قد فات وقت الرجوع، ولم يبق إلاَّ العذابُ، فذوقوا العذابَ الأليم بما نسيتُم لقاء يومِكُم هذا، وهذا النسيانُ نسيانُ ترك؛ أي: بما أعرضتُم عنه، وتركتُم العمل له، وكأنّكم غير قادمين عليه ولا ملاقيه. {إنَّا نَسيناكُم}؛ أي: تركناكم بالعذاب جزاءً من جنس عملِكُم؛ فكما نَسيتم نُسيتم، {وذوقوا عذابَ الخُلْدِ}؛ أي: العذاب غير المنقطع؛ فإنَّ العذاب إذا كان له أجلٌ وغايةٌ؛ كان فيه بعضُ التنفيس والتخفيف، وأمَّا عذابُ جهنَّم ـ أعاذنا الله منه ـ؛ فليس فيه روحُ راحةٍ ولا انقطاع لعذابهم فيها؛ {بما كنتُم تعملون}: من الكفر والفسوقِ والمعاصي.
14. “O halde siz bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz için tadın” azabı. Yani zilletin her taraflarını kuşattığı ve yapamadıklarını telafi etmek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyen o günahkârlara şöyle denilecektir: Artık geri dönüş zamanı geçmiştir. Geriye azaptan başka bir şey kalmamıştır. O nedenle bu gününüze kavuşmayı unutmuş olmanız sebebi ile bu can yakıcı azabı tadın! Buradaki “unutma” terk etme anlamında unutmadır. Yani siz, bugünden yüz çevirdiğiniz ve kendisi için amelde bulunmayı terk ettiğiniz, adeta böyle bir güne doğru gelmiyormuş, onunla karşılaşmayacakmış gibi davrandığınız için... demektir. “Artık Biz de sizi unuttuk.” Amelinizin benzeri bir ceza olarak Biz de sizi azap içinde terk ettik. Siz dünyada unuttuğunuz gibi şimdi de siz unutuldunuz. Küfür, Allah’ın emirlerinin dışına çıkmak (fâsıklık) ve masiyetler türünden “yapmakta olduklarınıza karşılık olarak tadın ebedi azabı!” Yani kesintisi olmayacak azabı tadın. Çünkü azabın belli bir vadesi ve son bulacağı bir vakti var ise bir dereceye kadar rahatlama ve azabın hafifleşmesi söz konusu olur. Cehennem azabı ise -Allah bizi ondan korusun- rahat ve dinlenmenin söz konusu olmayacağı bir azaptır. Oradaki azaplarının kesintiye uğraması söz konusu olmayacaktır.
Ayet: 15 - 17 #
{إِنَّمَا يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا الَّذِينَ إِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّدًا وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (15) تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (16) فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا أُخْفِيَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (17)}
15- Bizim âyetlerimize ancak kendilerine onlarla öğüt verildiğinde secdeye kapanan, Rablerini hamd ile tesbih eden ve (bu konuda) büyüklük taslamayan kimseler (gerçek manada) iman eder. 16- Onların yanları (teheccüd kılmak için) yataklardan uzak kalır. Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler. Onlara verdiğimiz rızıktan da infak ederler. 17- Onlar için yapmakta olduklarına karşılık bir mükâfat olarak gözleri aydınlatacak ne nimetler saklandığını hiç kimse bilmez.
#
{15} لما ذَكَرَ الكافرين بآياته وما أعدَّ لهم من العذاب؛ ذَكَرَ المؤمنين بها ووَصْفَهم وما أعدَّ لهم من الثواب، فقال: {إنَّما يؤمنُ بآياتنا}؛ أي: إيماناً حقيقيًّا مَنْ يوجد منه شواهدُ الإيمان، وهم {الذين إذا ذُكِّروا} بآياتِ ربِّهم، فتُلِيَتْ عليهم آيات القرآن، وأتتهم النصائحُ على أيدي رسل الله، ودُعوا إلى التذكُّر؛ سمعوها فقبلوها وانقادوا و {خرُّوا سُجَّداً}؛ أي: خاضعين لها خضوعَ ذِكْرٍ لله وفرح بمعرفتِهِ، {وسبَّحوا بحمدِ ربِّهم وهم لا يستكْبِرونَ}: لا بقلوبِهِم ولا بأبدانِهِم فيمتنعون من الانقيادِ لها، بل متواضعون لها، قد تَلَقَّوْها بالقَبول والتسليم وقابَلوها بالانشراح والتسليم، وتوصَّلوا بها إلى مرضاة الربِّ الرحيم، واهتَدَوا بها إلى الصراط المستقيم.
15. Yüce Allah, âyetlerini inkâr eden kâfirleri, onlar için hazırlamış olduğu azabı söz konusu ettikten sonra o ayetlere iman edenleri söz konusu etmekte, onların niteliklerini belirtmekte, onlar için hazırladığı mükâfatları dile getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Bizim âyetlerimize ancak” iman ettiğine dair delilleri ortaya koyan kimseler hakiki bir iman ile iman eder. Bu deliller ise şunlardır: “Kendilerine onlarla öğüt verildiğinde” onlara Kur’ân âyetleri okunduğunda, Allah’ın rasûlleri vasıtası ile kendilerine öğüt verilip, ibret almaya davet olunduklarında bu âyetleri itaatle dinleyip kabul eder, onlara boyun eğer, yüce Allah’ın huzurunda öğüt aldıklarını gösterecek şekilde boyun bükerler. O’nu bilip tanımaktan dolayı da sevinç içerisinde “secdeye kapanan, Rablerini hamd ile tesbih eden ve (bu konuda) kalpleri ile de bedenleri ile “büyüklük taslamayan” Böylelikle bu âyetlere itaatle boyun eğmekten uzak durmayan kimselerdir onlar. Aksine onlar bu âyetleri tevazu, itaat ve kabul ile karşılarlar. Ferah bir kalple ve teslimiyetle onları benimserler. Bu âyetler vasıtası ile onlar Rahim olan Rablerinin rızasına kavuşur, onlar aracılığı ile dosdoğru yola hidâyet bulurlar.
#
{16} {تتجافى جُنوبهم عن المضاجِع}؛ أي: ترتفع جنوبُهم وتنزعجُ عن مضاجِعِها اللذيذِة إلى ما هو ألذُّ عندهم منه وأحبُّ إليهم، وهو الصلاة في الليل ومناجاة الله تعالى، ولهذا قال: {يَدْعون ربَّهم}؛ أي: في جلب مصالِحِهم الدينيَّة والدنيويَّة ودفع مضارِّهما {خوفاً وطمعاً}؛ أي: جامعين بين الوصفينِ؛ خوفاً أن تُرَدَّ أعمالُهم، وطمعاً في قبولها؛ خوفاً من عذاب الله، وطمعاً في ثوابه، {وممَّا رزَقْناهم}: من الرزق قليلاً أو كثيراً، {يُنفِقونَ}: ولم يذكُر قيد النفقة، ولا المنفَق عليه؛ ليدلَّ على العموم؛ فإنَّه يدخُلُ فيه النفقة الواجبة؛ كالزكوات والكفارات ونفقة الزوجات والأقارب، والنفقة المستحبَّة في وجوه الخير، والنفقة والإحسان المالي خيرٌ مطلقاً؛ سواء وافق فقيراً أو غنيًّا ، قريباً أو بعيداً، ولكن الأجر يتفاوت بتفاوتِ النفع، فهذا عملهم.
16. “Onların yanları (teheccüd kılmak için) yataklardan uzak kalır.” Yani kendileri için daha lezzetli ve daha çok sevdikleri bir şey olan gece namazı kılmak ve yüce Allah’a yönelerek yakarmak için rahat ve zevkle uyudukları yataklarından kalkar ve yanları yataklarından uzaklaşır. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.” Dinî ve dünyevî maslahatlarına nail olmak, zararlardan da uzak kalmak için bu iki sıfatı birlikte kendilerinde bulundururlar. Amellerinin geri çevrilmesinden korktukları gibi onların kabul edilmesini de umarlar. Allah’ın azabından korkarken bir yandan da mükâfatını ümit ederler. “Onlara verdiğimiz rızıktan da” az veya çok “infak ederler.” Yüce Allah, burada infakın sınırını da kendisine infak edilecek kimseleri de -umuma delâlet etmesi için- söz konusu etmemiştir. O nedenle bunun kapsamına zekât, kefâretler, eşlerin ve akrabaların nafakaları gibi farz infaklar da girer, çeşitli hayır yollarına yapılan müstehap infaklar da girer. Malî infak ve ihsan, ister bir fakire ister bir zengine, ister bir yakına ister uzak bir kimseye ulaşsın, fark etmez; kesin olarak bir hayırdır. Ancak bu infakın sağladığı menfaatin farklılığı oranında ecir ve mükâfat da farklılık gösterir.
#
{17} وأمَّا جزاؤهم؛ فقال: {فلا تعلمُ نفسٌ}: يدخل فيه جميعُ نفوس الخلق؛ لكونه نكرةً في سياق النفي؛ أي: فلا يعلمُ أحدٌ {ما أُخْفِيَ لهم من قُرَّةِ أعينٍ}: من الخير الكثير والنعيم الغزير والفرح والسرور واللَّذَّة والحبور؛ كما قال تعالى على لسان رسوله: «أعددتُ لِعبادي الصالحين ما لا عينٌ رأت، ولا أذنٌ سمعت، ولا خَطَرَ على قلب بشر »؛ فكما صلُّوا في الليل ودعوا وأخفوا العمل؛ جازاهم من جنس عملهم، فأخفى أجرهم، ولهذا قال: {جزاءً بما كانوا يَعْمَلونَ}.
17. Onların amelleri işte böyledir. Mükâfatlarına gelince bu konuda da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar için yapmakta olduklarına karşılık bir mükâfat olarak gözleri aydınlatacak” pek büyük hayır, son derece bol nimetler, sevinç, neşe lezzet ve zevk kabilinden “ne nimetler saklandığını hiç kimse bilmez!” İfadeden anlaşıldığı üzere bunu mahlukattan hiç kimse bilmemektedir. Nitekim yüce Allah, Rasûlü aracılığı ile (kudsi bir hadiste) şöyle buyurmuştur: “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hicbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından dahi geçirmediği şeyler hazırladım.”[6] Onlar, geceleri namaz kılıp dua ettikleri ve bu amellerini (riyâdan uzak olmak için) gizleyip sakladıkları gibi yüce Allah da onları amellerinin benzeri ile mükâfaatlandırarak onlara vereceği mükâfatı gizlemiştir. Bundan dolayı yüce Allah: “yapmakta olduklarına karşılık” buyurmuştur.
Ayet: 18 - 20 #
{أَفَمَنْ كَانَ مُؤْمِنًا كَمَنْ كَانَ فَاسِقًا لَا يَسْتَوُونَ (18) أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ جَنَّاتُ الْمَأْوَى نُزُلًا بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (19) وَأَمَّا الَّذِينَ فَسَقُوا فَمَأْوَاهُمُ النَّارُ كُلَّمَا أَرَادُوا أَنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا أُعِيدُوا فِيهَا وَقِيلَ لَهُمْ ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ (20)}
18- Hiç mümin kimse fâsık kimse gibi olur mu? Elbette ki eşit olmazlar. 19- İman edip salih ameller işleyenlere gelince, onlar için yapmakta olduklarına karşılık bir ikram olarak (ebediyen) kalacakları cennetler vardır. 20- Fâsık olanlara gelince olanların kalacakları yer ateştir. Oradan çıkmak istedikleri her seferinde tekrar oraya döndürülürler ve onlara: “Yalanlamakta olduğunuz o ateşin azabını tadın!” denir.
#
{18} ينبِّه تعالى العقول على ما تقرَّرَ فيها من عدم تساوي المتفاوتَيْنِ المتبايِنَيْن، وأن حكمته تقتضي عدم تساويهما، فقال: {أفمن كان مؤمناً}: قد عَمَرَ قلبَه بالإيمان، وانقادتْ جوارِحُه لشرائعه، واقتضى إيمانُه آثاره وموجباتِه من ترك مساخِطِ الله التي يضرُّ وجودها بالإيمان، {كمن كان فاسقاً}: قد خرب قلبُه وتعطَّل من الإيمان، فلم يكن فيه وازعٌ دينيٌّ، فأسرعتْ جوارحُه بموجبات الجهل والظلم في كلِّ إثم ومعصيةٍ، وخرج بفسقِهِ عن طاعة ربِّه، أفيستوي هذان الشخصان؟! {لا يستوونَ}: عقلاً وشرعاً؛ كما لا يستوي الليل والنهار والضياء والظلمة، وكذلك لا يستوي ثوابُهما في الآخرة.
18. Yüce Allah, insanların dikkatlerini şu aklî gerçeğe çekmektedir: Birbirlerinden farklı, birbirine benzemeyen şeyler birbirine eşit olamazlar. Ayrıca O’nun hikmeti de bunların birbirlerine eşit olmamalarını gerektirir. O şöyle buyurmaktadır: “Hiç mümin kimse” kalbi iman ile mamur olmuş, azaları Allah’ın şer’î hükümlerine boyun eğmiş, imanın gereği ve sonucu olarak da Allah’ı gazaplandırıcı ve varlıkları imanı zedeleyen şeyleri terk eden bir kimse, “fâsık kimse gibi olur mu?” Kalbi harap olmuş, içinde imandan eser bulunmayan, bundan dolayı da kalbinde imanî en ufak bir kırıntı mevcut olmayan, azaları da bilgisizliğin ve zulmün sonuçları olan her türlü günah ve isyanı işleyen, fâsıklığı sebebi ile de Rabbine itaatin dışına çıkan kimse gibi mu? Hiç bu iki kişi eşit olurlar mı? “Elbette ki eşit olmazlar.” Gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık eşit olmadığı gibi bu iki kişi de hem aklen hem dinen eşit olmazlar. Bunların âhirette karşı karşıya kalacakları sonuçlar da birbirine eşit olmayacaktır.
#
{19} {أمَّا الذين آمنوا وعَمِلوا الصالحاتِ}: من فروض ونوافلَ، {فلهم جناتُ} {المأوى}؛ أي: الجنات التي هي مأوى اللذَّات، ومعدنُ الخيرات، ومحلُّ الأفراح، ونعيمُ القلوب والنفوس والأرواح، ومحلُّ الخلود، وجوار الملك المعبود، والتمتُّع بقربه والنظر إلى وجهه وسماع خطابه، {نُزُلاً}: لهم؛ أي: ضيافةً وقِرىً؛ {بما كانوا يعملونَ}: فأعمالُهم التي تَفَضَّلَ الله بها عليهم هي التي أوصلَتْهم لتلك المنازل الغالية العالية، التي لا يمكن التوصُّل إليها ببذل الأموال، ولا بالجنود والخدم، ولا بالأولاد، بل ولا بالنفوس والأرواح، ولا يتقرَّب إليها بشيء أصلاً سوى الإيمان والعمل الصالح.
19. “İman edip” farz ve nafile türünden “salih ameller işleyenlere gelince onlar için yapmakta olduklarına karşılık bir ikram olarak (ebediyen) kalacakları cennetler vardır.” Yani lezzetlerin barınak yeri, her türlü hayırın kaynağı, mutluluk yurdu, kalplerin, ruhların ve canların nimetlere gark olacağı yer, ebedilik diyarı, mutlak egemen ve yegane mabud Allah’a yakın olunacak, yakınlığı ile lezzet alınacak, cemaline bakılacak, hitabı duyulacak olan cennetlere yerleşeceklerdir. Bu, onlara “bir ikram olarak” verilecek, yani bir misâfir gibi ağırlanacaklardır. Buna vesile olan şeyse işlemiş oldukları amelleridir. Amelleri sebebi ile Allah onlara bu lütuflarını ihsan edecektir. Bu değerli ve yüce mertebelere onları ulaştıran, amelleridir. Buralara mal harcamakla, askerlerle, hizmetkârlarla, çoluk çocuklarla ulaşmak, hatta canı vermekle dahi ulaşmak mümkün değildir. Buraya sadece iman ve salih ameller ile ulaşılabilir.
#
{20} {وأمَّا الذين فَسَقوا فمأواهُمُ النارُ}؛ أي: مقرُّهم ومحلُّ خلودهم النارُ، التي جمعت كلَّ عذابٍ وشقاءٍ، ولا يُفَتَّرُ عنهم العقابُ ساعة، {كلَّما أرادوا أن يَخْرُجوا منها أُعيدوا فيها}: فكلَّما حدَّثتهم إرادتُهم بالخروج لبلوغ العذابِ منهم كلَّ مبلغ؛ رُدُّوا إليها، فذهب عنهم روح ذلك الفرج، واشتدَّ عليهم الكرب، {وقيل لهم ذوقوا عذابَ النارِ الذي كنتُم به تكذِّبون}.
20. “Fâsık olanlara gelince olanların kalacakları yer ateştir.” Onların yerleşip ebediyen kalacakları yer, her türlü azap ve bedbahtlığı ihtiva eden ateş olacaktır. Bu cezaları bir an dahi hafifletilmeyecektir. “Oradan çıkmak istedikleri her seferinde tekrar oraya döndürülürler.” Azap onları son derece etkilediğinden, oradan her çıkmak istediklerinde tekrar oraya geri döndürülürler. Böylelikle kurtuluş ümitleri de kalmaz ve ızdırapları daha da ağırlaşır. “Ve onlara: Yalanladığınız o ateşin azabını tadın, denir.” İşte bu, içinde barınacakları ve ebedi kalacakları ateş azabı budur. Bundan önceki ve buna hazırlık durumundaki azaba gelince o da berzah/kabir azabıdır. Bu konuda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 21 #
{وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ الْأَدْنَى دُونَ الْعَذَابِ الْأَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (21)}
21- Andolsun ki Biz, (kıyametteki) en büyük azaptan önce onlara daha yakın bir azaptan tattıracağız ki belki dönerler.
#
{21} أي: ولنذيقنَّ الفاسقين المكذِّبين نموذجاً من العذاب الأدنى، وهو عذاب البرزخ، فنذيقهم طرفاً منه قبل أن يموتوا: إما بعذابٍ بالقتل ونحوه كما جرى لأهل بدر من المشركين، وإمَّا عند الموت؛ كما في قوله تعالى: {ولو ترى إذِ الظالمونَ في غَمَراتِ الموتِ والملائكةُ باسطوا أيديهم أخرِجوا أنفُسَكُم اليومَ تُجْزَوْنَ عذابَ الهُونِ}، ثم يكمل لهم العذابُ الأدنى في برزَخِهم. وهذه الآيةُ من الأدلة على إثبات عذاب القبر، ودلالتُها ظاهرةٌ؛ فإنَّه قال: {وَلَنُذيقَنَّهم من العذاب الأدنى}؛ أي: بعض وجزء منه، فدلَّ على أن ثَمَّ عذاباً أدنى قبل العذاب الأكبر، وهو عذاب النار، ولما كانت الإذاقة من العذابِ الأدنى في الدنيا قد لا يَتَّصلُ بها الموت، فأخبر تعالى أنَّه يذيقُهم ذلك؛ لعلَّهم يرجِعون إليه، ويتوبون من ذنوبهم؛ كما قال تعالى: {ظَهَرَ الفسادُ في البرِّ والبحرِ بما كَسَبَتْ أيدي الناس لِيُذيقَهم بعضَ الذي عَمِلوا لعلَّهم يرجِعونَ}.
21. Yani o yalanlayıcı fâsıklara en yakın azaptan bir numune tattıracağız. Bu ise berzah/kabir azabıdır. Ölümlerinden önce de Biz, onun bir bölümünü onlara tattıracağız. Bu da ya müşriklerden Bedir’e katılanların başına geldiği gibi öldürülmek ve benzeri bir azap ile olacaktır yahut da yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirdiği şekilde ölüm esnasındaki azap ile olacaktır: “Sen zalimleri ölümün sıkıntıları içinde meleklerin ellerini uzatarak... bugün zillet azabı ile cezalandırılacaksınız, derken bir görsen.” (el-En’âm, 6/93) Daha sonra da berzah hayatlarında “daha yakın azapları” tamamlanmış olacaktır. Bu âyet-i kerime, kabir azabını ispatlayan delillerdendir. Bunun kabir azabına delâleti de açıktır. Çünkü yüce Allah burada: “Andolsun ki Biz, (kıyametteki) en büyük azaptan önce onlara daha yakın bir azaptan tattıracağız” buyurmaktadır. Yani ondan bir bölümü ve onun bir kısmını tattıracağız, demektir. İşte bu buyruk, en büyük azap olan cehennem azabından önce daha yakın bir azabın bulunduğunun bir delilidir. “En yakın” azaptan tattırmak, dünya hayatında olduğundan dolayı bu, bazen ölüm ile birlikte olmayabilir. O bakımdan Yüce Allah kendilerine bu azabı belki kendisine dönerler ve günahlarından tevbe ederler diye tattıracağını haber vermektedir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesat baş gösterdi. Böylece Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır. Belki dönerler.” (er-Rûm, 30/41)
Ayet: 22 #
{وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ ثُمَّ أَعْرَضَ عَنْهَا إِنَّا مِنَ الْمُجْرِمِينَ مُنْتَقِمُونَ (22)}
22- Rabbinin âyetleri ile kendisine öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Biz günahkârlardan muhakkak intikam alırız.
#
{22} أي: لا أحد أظلمُ وأزيدُ تعدِّياً ممَّنْ ذُكِّرَ بآيات ربِّه، التي أوصلها إليه ربُّه، الذي يريد تربيتَه وتكميلَ نعمتِهِ عليه على يدِ رسلِهِ، تأمره وتذكِّره مصالحه الدينيَّة والدنيويَّة، وتنهاه عن مضارِّه الدينيَّة والدنيويَّة، التي تقتضي أنْ يقابِلَها بالإيمان والتسليم والانقياد والشكر، فقابلها هذا الظالمُ بضدِّ ما ينبغي، فلم يؤمنْ بها ولا اتَّبَعها، بل أعرض عنها وتركها وراء ظهرِهِ؛ فهذا من أكبر المجرمين، الذين يستحقُّون شديد النقمة، ولهذا قال: {إنَّا من المجرِمين منتَقِمون}.
22. Yani kendisini terbiye etmeyi ve rasulleri vasıtası ile üzerindeki nimetleri tamamlamayı murat eden Rabbinin, ona ulaştırdığı âyetleri ile kendisine öğüt verilen; yine kendisine dinî ve dünyevî maslahatlarını hatırlatan, dinî ve dünyevî zararlı şeylerden uzak kalınmasını emreden, iman ve teslimiyet ile karşılanması, itaat ve şükür ile karşılık verilmesi gereken âyetler kendisine hatırlatılan; ama buna rağmen gerekenin zıddı ile bunlara karşılık vererek onlara iman etmeyen, onlara tâbi olmayan, tam aksine onlardan yüz çeviren, onları elinin tersi ile iten kimseden daha zalim, daha hadsiz hiç kimse yoktur. Böyle birisi en ağır intikamı hak eden en büyük günahkârlardandır. Bundan dolayı da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz günahkârlardan muhakkak intikam alırız.”
Ayet: 23 - 25 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَلَا تَكُنْ فِي مِرْيَةٍ مِنْ لِقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِبَنِي إِسْرَائِيلَ (23) وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يُوقِنُونَ (24) إِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (25)}
23- Andolsun ki Biz Musa’ya da kitap verdik -o nedenle sen ona kavuşmaktan şüphe etme- ve onu İsrailoğulları için rehber kıldık. 24- Onlardan sabrettikleri zaman emrimiz uyarınca hidâyete ileten önderler çıkardık. Onlar âyetlerimize kesin olarak inanıyorlardı. 25- Şüphesiz Rabbin anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında Kıyamet günü aralarında bizzat hüküm verecektir.
#
{23} لما ذكر تعالى آياتِهِ التي ذَكَّرَ بها عباده، وهو القرآن الذي أنزله على محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، ذكر أنه ليس ببدع من الكتب، ولا من جاء به بغريب من الرسل، فقد آتى اللَّه {موسى الكتابَ}: الذي هو التوراة المصدِّقَةُ للقرآن، التي قد صَدَّقَها القرآنُ، فتطابق حقُّهما، وثبت برهانُهما. {فلا تكن في مريةٍ من لقائِهِ}: لأنَّه قد تواردتْ أدلَّة الحق وبيناتُه، فلم يبق للشكِّ والمريةِ محلٌّ، {وجعلناه}؛ أي: الكتاب الذي آتيناه موسى {هدىً لبني إسرائيلَ}: يهتدونَ به في أصول دينهم، وفروعهم، وشرائعه موافقةٌ لذلك الزمان في بني إسرائيل، وأما هذا القرآن الكريم؛ فجعله الله هدايةً للناس كلِّهم؛ لأنَّه هدايةٌ للخلق في أمر دينهم ودُنياهم إلى يوم القيامة، وذلك لكمالِهِ وعلوِّه، {وإنَّه في أمِّ الكتاب لَدَيْنا لَعَلِيٌّ حكيمٌ}.
23. Yüce Allah, kullarına kendisi ile öğüt vermiş olduğu âyetleri yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i söz konusu ettikten sonra bu Kur’ân-ı Kerîm’in daha önceleri benzeri olmayan bir kitap, onu getirenin de kendisinden önce benzeri gelmedik bir peygamber olmadığını hatırlatmaktadır: “Andolsun ki Biz Musa’ya da kitap verdik.” Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik eden Tevrat’tır. Kur’ân da onu tasdik etmiştir. O bakımdan her ikisinin ihtiva ettiği hak hususlar birbirine mutabıktır, her ikisinin delilleri de kesindir. “O nedenle sen ona kavuşmaktan şüphe etme.” Çünkü hakkın delilleri ile apaçık belgeleri ardı arkasına gelmiştir. Dolayısı ile şüphe ve terettüde yer kalmamıştır. “Ve onu” yani Musa’ya vermiş olduğumuz kitabı “İsrailoğulları için” dinlerinin gerek itikat gerek fürua ait hususlarında hidâyet bulacakları bir “rehber kıldık.” Onun şer’î hükümleri, İsrailoğulları arasında o zamana uygun idi. Bu Kur’ân-ı Kerîm’i ise Allah, bütün insanlar için bir rehber kılmıştır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, Kıyamet gününe kadar gelecek bütün insanların din ve dünyalarında hidâyet yolunun göstericisidir. Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’in mükemmelliği ve yüceliği dolayısıyladır: “Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta çok yücedir, çok hakimdir (pek büyük hikmetlerle doludur.) (ez-Zuhruf, 43/4)
#
{24} {وجَعَلْنا منهم}؛ أي: من بني إسرائيل، {أئمة يهدونَ بأمرِنا}؛ أي: علماء بالشرع وطرق الهداية مهتدين في أنفسهم يهدون غيرهم بذلك الهدى؛ فالكتاب الذي أُنْزِل إليهم هدى، والمؤمنون به منهم على قسمين: أئمَّة يهدون بأمرِ الله، وأتباعٌ مهتدون بهم، والقسمُ الأول أرفع الدرجات بعد درجة النبوَّة والرسالة، وهي درجة الصديقين، وإنما نالوا هذه الدرجة العالية، {لما صبروا}: على التعلُّم والتعليم والدَّعوة إلى الله والأذى في سبيله، وكفُّوا نفوسَهم عن جِماحها في المعاصي واسترسالِها في الشهوات. {وكانوا بآياتِنا يوقِنونَ}؛ أي: وصلوا في الإيمان بآيات الله إلى درجة اليقين، وهو العلم التامُّ الموجب للعمل، وإنَّما وصلوا إلى درجة اليقين؛ لأنَّهم تعلَّموا تعلُّما صحيحاً، وأخذوا المسائل عن أدلتها المفيدة لليقين، فما زالوا يتعلَّمون المسائل، ويستدلُّون عليها بكثرة الدَّلائل، حتى وصلوا لذاك؛ فبالصبر واليقين تُنال الإمامة في الدين.
24. “Onlardan” İsrailoğullarından “sabrettikleri zaman emrimiz uyarınca hidâyete ileten önderler çıkardık.” Yani şeriatın hidâyet yollarını bilen, hem kendileri hidâyet üzere bulunan, hem de bu hidâyet ile başkalarını hidâyete ileten kimseler çıkardık. Üzerlerine indirilen kitap, hidâyetin kendisidir. Aralarından bu kitaba iman edenler de iki kısım idiler: Bir kısmı, Allah’ın emri ile hidâyete ileten önderlerdi, diğer kısmı ise onlar vasıtası ile hidâyet bulan ve onlara uyan kimselerdi. Birinci kısım nübüvvet ve risalet derecesinden sonra en üstün derecededir. Bu da sıddîklar derecesidir. Onlar, bu üstün dereceye ancak “sabrettikleri zaman” ulaşabilmişlerdir. Yani öğrenmeye, öğretmeye, Allah yoluna davete, O’nun yolunda eziyetlere katlanmaya devam edip nefislerini masiyetlere ve şehvetlere dalmaktan dizginledikleri için layık olabilmişlerdir. Bir de “onlar âyetlerimize kesin olarak inanıyorlardı.” Allah’ın âyetlerine imanları, yakîn derecesine ulaşmıştı. Yakîn ise ameli gerektiren hal ve eksiksiz ilim demektir. Onlar, yakîn derecesine ancak sağlıklı bir bilgi sahibi oldukları için ve öğrendikleri meselelerin yakîn ifade eden delillerine dayanarak öğrendikleri için ulaşabilmişlerdir. Bu nedenle meseleleri öğrenmeye ve pek çok delillerle onları delillendirmeye devam ettiler ta ki bu dereceye ulaştılar. O halde dinde önderlik makamına sabır ve yakîn ile nail olunur.
#
{25} وثمَّ مسائلُ اختلف فيها بنو إسرائيل، منهم من أصاب فيها الحقَّ، ومنهم من أخطأه خطأ أو عمداً، والله تعالى {يَفْصِلُ بينَهم يوم القيامةِ فيما كانوا فيه يختلفونَ}: وهذا القرآن يقصُّ على بني إسرائيل بعض الذي يختلفون فيه؛ فكلُّ خلاف وقع بينهم، ووُجِدَ في القرآن تصديقٌ لأحد القولين؛ فهو الحقُّ، وما عداه مما خالفه باطلٌ.
25. Diğer taraftan İsrailoğullarının hakkında anlaşmazlığa düştükleri birtakım meseleler de vardır. Onlardan kimisi bu hususlarda hakkı bulmuş, kimisi de yanılarak ya da kasten haktan sapmış ve hataya düşmüştür. Yüce Allah bu hususta da şöyle buyurmaktadır: “Anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında bizzat hüküm verecek” olan Allah’tır. Bu Kur’ân, İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri bazı hususları anlatmaktadır. Aralarında meydana gelen her bir ihtilaftaki iki görüşten doğru olanı, Kur’ân-ı Kerîm’de doğru olduğu belirtilendir. Bunun dışında kalıp da ona muhalif olan ise batıldır.
Ayet: 26 - 27 #
{أَوَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فِي مَسَاكِنِهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ أَفَلَا يَسْمَعُونَ (26) أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا نَسُوقُ الْمَاءَ إِلَى الْأَرْضِ الْجُرُزِ فَنُخْرِجُ بِهِ زَرْعًا تَأْكُلُ مِنْهُ أَنْعَامُهُمْ وَأَنْفُسُهُمْ أَفَلَا يُبْصِرُونَ (27)}
26- Kendilerinden önce, meskenlerinde dolaştıkları nice nesilleri helâk etmiş olmamız onları doğru yola getirmez mi? Şüphesiz bunda ibretler vardır. Hâlâ dinlemeyecekler mi? 27- Görmezler mi ki Biz suyu kupkuru yere sevkederiz de onunla hem hayvanlarının hem de kendilerinin yediği ekinleri bitiririz. Hâlâ görmeyecekler mi?
#
{26} يعني: أولم يتبيَّن لهؤلاء المكذِّبين للرسول ويهديهم إلى الصواب كم أهْلَكْنا قبلهم من القرون الذين سَلَكوا مسلَكَهم، {يمشون في مساكنهم}: فيشاهِدونها عياناً؛ كقوم هود وصالح وقوم لوط. {إنَّ في ذلك لآياتٍ}: يستدلُّ بها على صدق الرسل التي جاءتهم، وبطلان ما هم عليه من الشرك والشرِّ، وعلى أنَّ مَنْ فعل مثل فعلهم؛ فُعِلَ بهم كما فُعِلَ بأشياعه من قبل، وعلى أنَّ الله تعالى مجازي العباد وباعثهم للحشر والتناد. {أفلا يسمعونَ}: آيات الله، فيعونَها، فينتفِعون بها؛ فلو كان لهم سمعٌ صحيحٌ وعقلٌ رجيحٌ؛ لم يقيموا على حالةٍ يجزم بها بالهلاك.
26. “Kendilerinden önce, meskenlerinde dolaştıkları” Hûd kavmi, Salih kavmi, Lut kavmi vb. gibi gözleri ile gördükleri ve onların izledikleri yolları izleyen “nice nesilleri helâk etmiş olmamız onları” şu peygamberi yalanlayan kimseleri “doğru yola getirmez mi?” Doğru yolu, onlara açıkça belirginleştirmez ve doğruyu bulmalarına sebep teşkil etmez mi? “Şüphesiz bunda” kendilerine gelen peygamberlerin doğruluklarına, izlemekte oldukları şirkin ve kötülüğün de batıl olduğuna, onların yaptıklarının benzerini yapanlara da aynısının yapılacağına dair delil olacak “ibretler vardır.” Aynı şekilde yüce Allah’ın, kulların amellerinin karşılığını vereceğine, mahşere ve o “çağrışma günü”ne (Kıyâmete) gelmek üzere onları tekrar dirilteceğine de delil vardır. “Hâlâ” Allah’ın âyetlerini “dinlemeyecekler mi?” Onları iyice belleyip onlardan yararlanmayacaklar mı? Eğer onların sağlıklı işiten kulakları, doğruyu tercih eden akılları varsa, kendilerini kesinlikle helâke ulaştıracak bir hal üzere kalmaya devam etmezler.
#
{27} {أولم يَرَوْا}: بأبصارهم نعمتنا وكمال حكمتنا، {أنَّا نسوقُ الماء إلى الأرض الجرز}: التي لا نبات فيها، فيسوق الله المطر الذي لم يكنْ قبلُ موجوداً فيها، فيفرِغُه فيها من السحاب أو من الأنهار؛ {فنخرِجُ به زرعاً}؛ أي: نباتاً مختلف الأنواع، {تأكُلُ منه أنعامُهم}: وهو نباتُ البهائم {وأنفسُهُم}: وهو طعام الآدميين. {أفلا يبصِرونَ}: تلك المنَّة التي أحيا الله بها البلاد والعباد، فيستبصِرون فيهتدون بذلك البصر وتلك البصيرة إلى الصراط المستقيم؟ ولكن غلب عليهم العمى، واستولتْ عليهم الغفلة، فلم يبصِروا في ذلك بصر الرجال، وإنَّما نظروا إلى ذلك نظر الغفلة ومجرَّد العادة، فلم يوفَّقوا للخير.
27. Gözleri ile nimetlerimizi ve hikmetimizin kemalini “görmezler mi ki Biz suyu” bitkisi bulunmayan “kupkuru yere sevkederiz…” Yüce Allah daha önce oralarda bulunmayan yağmuru oralara sevkeder ve buluttan yahut nehirlerden oraya o suyu ulaştırır. “onunla hem hayvanlarının hem de kendilerinin yediği ekinleri bitiririz.” Kimisi hayvanların yedikleri bitkiler, kimisi insanların yiyecekleri olan türlü bitkileri yeşertiriz. “Hâlâ” yüce Allah’ın kendisi vasıtası ile toprağı ve insanları canlandırıp hayat verdiği bu ilâhî lütfu “görmeyecekler mi?” Bunları görüp de hidâyet bulmayacaklar mı? Böylelikle basiretleri açılıp da Sırat-ı Müstakimi izlemeyecekler mi? Ancak körlük onlara baskın gelip gaflet kendilerini istila ettiğinden gerçek bir basiretle bunları göremezler. Onlar bunlara gafletle ve sadece alışkanlık üzere bakarlar. Bundan ötürü de bir türlü hayra iletilmeye muvaffak olamazlar.
Ayet: 28 - 30 #
{وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْفَتْحُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (28) قُلْ يَوْمَ الْفَتْحِ لَا يَنْفَعُ الَّذِينَ كَفَرُوا إِيمَانُهُمْ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ (29) فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَانْتَظِرْ إِنَّهُمْ مُنْتَظِرُونَ (30)}
28- Derler ki: “Eğer doğru söylüyorsanız (aramızdaki) bu hüküm ne zaman veirlecek?” 29- De ki: “Hüküm günü kâfirlere imanları fayda sağlamaz ve onlara mühlet de verilmez.” 30- Artık onlardan yüz çevir ve bekle! Çünkü onlar da beklemektedirler.
#
{28} أي: يستعجلُ المجرمون بالعذاب الذي وُعِدوا به على التكذيب جهلاً منهم ومعاندةً، {ويقولونَ متى هذا الفتحُ}: الذي يفتحُ بيننا وبينكم بتعذيبنا على زعمكم {إن كنتُم} [أيها الرسلُ] {صادقينَ}: في دعواكم.
28. Kafirler, cehaletleri ve inatları yüzünden yalanlamalarına karşılık tehdit olundukları azabın acele gelmesini isteyerek “derler ki: Eğer” iddianızda “doğru söylüyorsanız” bize şunu söyleyin: Bizimle sizin aranızda iddianıza göre bize azap edilmek sureti ile hüküm verileceğini söylediğiniz “bu hüküm ne zaman olacak?
#
{29} {قُلْ يومَ الفتح}: الذي يحصُلُ به عقابُكم لا تستفيدون به شيئاً؛ فلو كان إذا حَصَلَ؛ حَصَلَ إمهالُكم لتستدركوا ما فاتكم حين صار الأمر عندكم يقيناً؛ لكان لذلك وجه، ولكن إذا جاء يومُ الفتح؛ انقضى الأمرُ، ولم يبق للمحنةِ والابتلاء محلٌّ، فلا {ينفعُ الذين كفروا إيمانُهم}: لأنَّه صار إيمانَ ضرورةٍ، {ولا هم يُنظَرون}؛ أي: يُمْهَلون، فيؤخَّرُ عنهم العذاب، فيستدركون أمرهم.
29. “De ki” Azaba uğrayacağınız ve hiçbir fayda sağlayamayacağınız “hüküm günü kâfirlere imanları fayda sağlamaz.” Sizin bundan hiçbir faydanız olmayacaktır. Şâyet durumun sizin için kesin ve kaçınılmaz olduğu anlaşıldıktan sonra elden kaçırdıklarınızı telafi etmeniz için size süre verilse bunun belki açıklanabilir bir tarafı olur. Fakat bu hüküm günü geldi mi iş bitecektir ve artık sınanma ve imtihan diye bir şey kalmayacaktır. O nedenle de “hüküm günü kâfirlere imanları fayda sağlamaz.” Çünkü o vakit gerçekleşecek iman, çaresizliğin getirdiği zorunlu bir imanıdır. “Onlara mühlet de verilmez.” Azapları ertelenmez. O nedenle de elden kaçırdıkları fırsatları telafi etme imkânını bulamayacaklardır.
#
{30} {فأعرض عنهم}: لما وصل خطابهم لك وظلمهم إلى حالة الجَهْل واستعجال العذاب. {وانتظر}: الأمر الذي يَحِلُّ بهم؛ فإنَّه لا بدَّ منه، ولكن له أجلٌ إذا جاء لا يتقدَّم ولا يتأخَّر، {إنَّهم منتظرونَ}: بك رَيْبَ المنون، ومتربِّصون بكم دوائرَ السوء، والعاقبة للتقوى.
30. Onların sana olan hitapları ve zulümleri böyle bir cahillik derecesine ve azabı çabuk isteme noktasına ulaştığına göre “artık onlardan yüz çevir ve” onların başına gelecek olanı “bekle!” Çünkü artık bu kaçınılmaz bir şeydir. Ama bunun belli bir süresi vardır. Bu süre geldi mi ne öne alınır, ne de geri bırakılır. “Çünkü onlar da” senin ölüp gitmeni “beklemektedirler.” Senin başına gelecek musibetleri gözetleyip dururlar. Fakat güzel âkıbet, takvâ sahiplerinin olacaktır.
Secde Sûresinin tefsiri -Yüce Allah’ın yardımı ve lütfu ile- burada sona ermektedir.
***