Ayet:
27- NEML SÛRESİ
27- NEML SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 93 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 6 #
{طس تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ وَكِتَابٍ مُبِينٍ (1) هُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ (2) الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ (3) إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ أَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَ (4) أُولَئِكَ الَّذِينَ لَهُمْ سُوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِي الْآخِرَةِ هُمُ الْأَخْسَرُونَ (5) وَإِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْآنَ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ عَلِيمٍ (6)}
1- Tâ, Sîn. Bunlar, Kur’ân’ın ve apaçık/açıklayıcı Kitabın âyetleridir. 2- Müminler için doğru yolu gösteren bir rehber ve müjdedir. 3- O (müminler) namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inanan kimselerdir. 4- Âhirete iman etmeyenlere gelince amellerini onlara süslü göstermişizdir. Bu sebeple onlar şaşkın bir halde bocalamaktadırlar. 5- İşte azabın en kötüsü bunlaradır. Âhirette en çok ziyana uğrayacak olanlar da onlardır. 6- Şüphe yok ki sen, Kur’ân’ı Hakîm ve Alîm olanın katından (bir vahiyle) almaktasın.
#
{1} ينبِّه تعالى عباده على عظمة القرآن، ويشيرُ إليه إشارة دالَّة على التعظيم، فقال: {تلك آياتُ القرآنِ وكتابٍ مبين}؛ أي: هي أعلى الآيات وأقوى البيِّنات وأوضح الدِّلالات وأبينها على أجلِّ المطالب وأفضل المقاصد وخير الأعمال وأزكى الأخلاق؛ آياتٌ تدلُّ على الأخبار الصَّادقة والأوامرِ الحسنةِ والنَّهي عن كلِّ عمل وخيم وخُلُقٍ ذَميم، آياتٌ بلغتْ في وضوحِها وبيانها للبصائر النيِّرة مبلغ الشمس للأبصار، آياتٌ دلَّت على الإيمان ودعت للوصول إلى الإيقان وأخبرت عن الغيوب الماضية والمستقبلة [على] طبق ما كان ويكون، آياتٌ دعت إلى معرفة الربِّ العظيم بأسمائِهِ الحسنى وصفاتِهِ العليا وأفعاله الكاملة، آياتٌ عرَّفتنا برسله وأوليائِهِ ووصفتهم حتى كأنَّنا ننظرُ إليهم بأبصارنا.
1. Yüce Allah, kullarının dikkatini Kur’ân-ı Kerîm’in azametine çekerek, tazime delâlet eden işaret edatı ile ona işaret edip: “Bunlar, Kur’ân’ın ve apaçık/açıklayıcı Kitabın âyetleridir.” buyurmaktadır. Yani bu âyetler, en yüce âyetlerdir. Bu belgeler en güçlü belgelerdir. Bu delâletler en yüce hedeflere, en üstün maksatlara, en hayırlı haberlere, en temiz ahlâka delâlet eden en açık delillerdir. Âyetleri en doğru haberleri, en güzel emirleri içerir, kötü olan her bir işi ve her bir huyu da yasaklar. Bu âyetler tıpkı güneşin, gözün görmesi için etrafı aydınlattığı gibi nurlu basiretler için gerekli açıklama ve beyanları yaparak onların yolunu aydınlatır. Bu âyetler imana delâlet eder, imana ulaşmaya çağırır, geçmiş ve gelecekteki gaybe ait olmuş ve olacak şeyleri aynen haber verir. Bu âyetler, o yüce Rabbi en güzel isimleriyle, en yüce sıfatlarıyla ve en kâmil fiilleriyle tanımaya davet eder. Bu âyetler bizlere O’nun rasûllerini ve gerçek dostlarını tanıtmış, gözlerimizle onları görürcesine vasıflarını bize bildirmiştir.
#
{2} ولكن مع هذا؛ لم ينتفعْ بها كثيرٌ من العالمين، ولم يهتدِ بها جميع المعاندين؛ صوناً لها عن من لا خير فيه ولا صلاح ولا زكاء في قلبه، وإنما اهتدى بها من خصَّهم الله بالإيمان واستنارتْ بذلك قلوبهم وصَفَتْ سرائرُهم، فلهذا قال: {هدىً وبُشرى للمؤمنينَ}؛ أي: تهديهم إلى سلوك الصراط المستقيم، وتبيِّن لهم ما ينبغي أن يَسْلُكوه أو يَتْرُكوه، وتبشِّرهم بثواب الله. المرتَّب على الهداية لهذا الطريق.
2. Bununla birlikte insanlar arasında pek çok kimse, bunlardan gereği gibi yararlanmaz. Bütün inatçılar bu âyetler ile hidâyet ve doğru yolu bulmaz. Bu yolla da bir bakıma bu âyetler hayırsız, salah bulması mümkün olmayan, kalbi saf ve temiz olmayanlara karşı da korunmuş olmaktadır. Bu âyetlerlede şanı Yüce Allah’ın kendilerine imanı nasip ettiği ve bu yolla kalpleri nurlanıp ruhları durulaşan kimseler hidâyet bulur. Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Müminler için doğru yolu gösteren bir rehber ve müjdedir.” Yani bu âyetler, onları dosdoğru yola ilettiği gibi gitmeleri ya da terk etmeleri gerekeni de onlara gereği gibi açıklar. Bu dosdoğru yola iletilip onu izlemenin karşılığı olan Allah’ın mükâfatını da onlara müjdeler.
#
{3} ربَّما قيل: لعلَّه يكثُر مدعو الإيمان؛ فهل يُقبل من كلِّ أحدٍ ادَّعى أنه مؤمنٌ ذلك؟ أم لا بدَّ لذلك من دليل وهو الحقُّ؟ فلذلك بيَّن تعالى صفة المؤمنين، فقال: {الذين يقيمون الصلاة}: فرضَها ونفلَها؛ فيأتون بأفعالها الظاهرة من أركانها وشروطها وواجباتها [بل] ومستحبَّاتها وأفعالها الباطنة وهو الخشوع الذي هو روحها ولبُّها؛ باستحضار قرب الله وتدبُّر ما يقوله المصلي ويفعلُه، {ويؤتون الزَّكاة}: المفروضة لمستحقِّها. {وهم بالآخرة هم يوقِنونَ}؛ أي: قد بلغ معهم الإيمانُ إلى أن وَصَلَ إلى درجة اليقين، وهو العلم التامُّ الواصل إلى القلب الدَّاعي إلى العمل، ويقينهم بالآخرة يقتضي كمال سعيِهِم لها وحَذَرِهم من أسباب العذاب وموجبات العقاب، وهذا أصلُ كلِّ خير.
3. Mü’min olmak iddiasında bulunanlar pek çoktur. O halde böyle bir iddiada bulunan herkesin iddiası kabul edilir mi yoksa bunun mutlaka bir delili mi olması gerekir? Ki doğru olan da bu sonuncusudur. İşte bundan dolayı Yüce Allah, söz konusu müminlerin vasıflarını belirterek şöyle buyurmaktadır: “O (müminler) farzıyla, nafilesiyle “namazlarını” namazlarının hem rükünlerini, şartlarını, vaciplerini ve müstehaplarını oluşturan zahirî fiilleriyle hem de namazın ruhu ve özü olan huşu ile Yüce Allah’a yakınlıklarını hatırlarında tutmak, namaz kılarken söylediklerini ve yaptıklarını düşünmek sûretiyle bâtıni fiillerini yerine getirmek suretiyle “dosdoğru kılan” hak sahiplerine farz olan “zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inanan kimselerdir.” Yani bunların imanları yakîn derecesine ulaşmıştır. Yakîn (kesin inanç) ise kalbe ulaşan, amele götüren tam bir bilgi demektir. Onların âhirete dair bu kesin inançları, âhiret için tam anlamı ile çalışmalarını, azabı ve cezalandırmayı gerektiren sebeplerden de uzak kalmalarını gerektirir. İşte her türlü hayırın başı da budur.
#
{4} {إنَّ الذين لا يؤمنونَ بالآخرةِ}: ويكذِّبون بها ويكذِّبون مَن جاء بإثباتها؛ {زيَّنَّا لهم أعمالهم فهم يَعْمَهونَ}: حائرين، متردِّدين، مؤثِرين سَخَطَ الله على رضاه، قد انقلبتْ عليهم الحقائقُ، فرأوا الباطل حقًّا والحقَّ باطلاً.
4. “Âhirete iman etmeyenlere gelince” âhireti de âhiretin varlığını bildirenleri de yalanlayanların “amellerini onlara süslü göstermişizdir. Bu sebeple onlar şaşkın bir halde bocalamaktadırlar.” Şaşkınlık ve tereddüt içerisindedirler. Onlar Allah’ın gazabını rızasına tercih edecek kadar şaşkınlaşmışlardır. Hakikatler onlar için ters yüz olmuştur, o bakımdan batılı hak, hakkı da batıl olarak görürler.
#
{5} {أولئك الذين لهم سوء العذاب}؛ أي: أشدُّه وأسوؤه وأعظمه. {وهم} بالآخرةِ {هم الأخسرونَ}: حَصَرَ الخَسارَ فيهم لكونِهِم خَسِروا أنفسهم وأهليهم يوم القيامة، وخسروا الإيمان الذي دعتهم إليه الرسل.
5. “İşte azabın en kötüsü” en çetini, en büyüğü ve en fenası “bunlaradır. Âhirette en çok ziyana uğrayacak olanlar da onlardır.” Ziyanda olmak bunlara hastır. Çünkü onlar, Kıyamet gününde kendilerini de aile halklarını da yitireceklerdir. Peygamberlerinin davet etmiş olduğu imanı da elden kaçırmış olacaklardır.
#
{6} {وإنَّكَ لَتُلَقَّى القرآنَ مِن لَدُنْ حكيم [عليم] }؛ أي: وإنَّ هذا القرآن الذي ينزِلُ عليك، وتتلقَّنُهُ ينزل من عند حكيم، يَضَعُ الأشياءَ مواضعَها، وينزِلُها منازلها، [خبير] بأسرار الأحوال وبواطنها كظواهرها. وإذا كان من عند حكيم [خبير]؛ علم أنه كلَّه حكمةٌ ومصالحُ للعباد من الذي أعلم بمصالحهم منهم.
6. “Şüphe yok ki sen, Kur’ân’ı Hakîm ve Alîm olanın katından (bir vahiyle) almaktasın.” Sana öğretilen bu Kur’ân-ı Kerîm, her şeyi yerli yerince koyan ve her şeyi olması gereken yere oturtan hikmeti sonsuz “Hakim” ve bütün hallerin sırlarını ve iç yüzlerini tıpkı dışları gibi bilen “Alîm” Allah’tan sana indirilmektedir. Bu yüce Kitab, hikmeti sonsuz Hakim, bilgisi sonsuz Alim tarafından sana indirildiğine göre bütünüyle hikmettir ve bütünüyle kulların faydasınadır. Kulların faydalarını onlardan daha iyi bilen O yüce zat tarafından indirilmiştir.
Ayet: 7 - 14 #
{إِذْ قَالَ مُوسَى لِأَهْلِهِ إِنِّي آنَسْتُ نَارًا سَآتِيكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ آتِيكُمْ بِشِهَابٍ قَبَسٍ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ (7) فَلَمَّا جَاءَهَا نُودِيَ أَنْ بُورِكَ مَنْ فِي النَّارِ وَمَنْ حَوْلَهَا وَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (8) يَامُوسَى إِنَّهُ أَنَا اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (9) وَأَلْقِ عَصَاكَ فَلَمَّا رَآهَا تَهْتَزُّ كَأَنَّهَا جَانٌّ وَلَّى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْ يَامُوسَى لَا تَخَفْ إِنِّي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَ (10) إِلَّا مَنْ ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُوءٍ فَإِنِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ (11) وَأَدْخِلْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ فِي تِسْعِ آيَاتٍ إِلَى فِرْعَوْنَ وَقَوْمِهِ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ (12) فَلَمَّا جَاءَتْهُمْ آيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ (13) وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَا أَنْفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ (14)}.
7- Hani Mûsâ ailesine şöyle demişti: “Benim gözüme bir ateş ilişti. (Gideyim de belki) oradan size bir bilgi yahut da ısınmanız için bir parça ateş getiririm.” 8- O (ateşin) yanına gelince ona şöyle nida edildi: “O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi Allah (tüm eksikliklerden) münezzehtir.” 9- “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, Aziz ve Hakim olan Allah’ım!” 10- “Asanı at!” Onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bile bakmadan dönüp kaçmaya başladı. “Ey Mûsâ, korkma! Çünkü benim huzurumda rasûller korkmaz.” 11- “Ancak zulmeden hariç (o korkmalıdır). Ama o da kötülüğünün ardından onu güzel amelle değiştirirse (bilsin ki) Ben gerçekten çok bağışlayıcı ve pek merhametliyimdir.” 12- “Elini yakandan içeri sok da hiçbir kusur ve hastalık olmadan bembeyaz çıksın. (İşte bunlar) Firavun’a ve kavmine (karşı sunacağın) dokuz mucize arasındadır. Şüphesiz onlar, fâsık bir toplumdur. 13- Mucizelerimiz onlara açık seçik geldiğinde onlar: “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler. 14- İçten içe onlara inandıkları halde zulüm ve kibirleri sebebiyle onları inkâr ettiler. Bozguncuların akıbetinin nasıl olduğuna bir bak!
#
{7} يعني: اذكر هذه الحالة الفاضلة الشريفة من أحوال موسى بن عمران ابتداء الوحي إليه واصطفائه برسالته وتكليم الله إياه، وذلك أنَّه لمَّا مَكَثَ في مدين عدة سنين، وسار بأهله من مدين متوجهاً إلى مصر، فلما كان في أثناء الطريق؛ ضلَّ، وكان في ليلةٍ مظلمةٍ باردةٍ، فقال لهم: {إني آنستُ ناراً}؛ أي: أبصرتُ ناراً من بعيد، {سآتيكُم منها بخبرٍ}: عن الطريق، {أو آتيكم بشهابٍ قَبَسٍ لعلَّكُم تصطلونَ}؛ أي: تستدفِئون، وهذا دليلٌ على أنَّه تائهٌ ومشتدٌّ بردُه هو وأهله.
7. Yani İmran oğlu Mûsâ’nın hallerinden biri olan, o şerefli ve üstün hali, yani ona vahyin ilk olarak verilişini, ilâhi risalet için Allah tarafından seçilişini ve Yüce Allah’ın onunla konuşmasını hatırla. Şöyle ki o, Medyenliler arasında bir kaç yıl kaldıktan sonra ailesi ile birlikte Medyen’den ayrılıp Mısır’a doğru yola koyulmuştu. Giderken yolunu kaybetti. Oldukça karanlık ve soğuk bir gece idi. Ailesine: “Benim gözüme bir ateş ilişti. (Gideyim de belki) oradan size” yola dair “bir bilgi yahut da ısınmanız için bir parça ateş getiririm.” Bu ifadeler, onun yolunu kaybetmiş olduğuna, hem kendisinin hem de ailesinin çokça üşümüş olduğunu göstermektedir.
#
{8} {فلما جاءها نودي أن بورِكَ مَنْ في النار ومن حولها}؛ أي: ناداه الله تعالى وأخبره أنَّ هذا محلٌّ مقدسٌ مباركٌ، ومن بركتِهِ أن جَعَلَهُ الله موضعاً لتكليم الله لموسى وندائه وإرساله. {وسبحان الله ربِّ العالمين}: عن أن يُظَنَّ به نقصٌ أو سوءٌ، بل هو الكامل في وصفه وفعله.
8. Yani şanı Yüce Allah ona: Burası mukaddes ve mübarek bir yerdir, diye seslendi. Yüce Allah’ın burayı Kelimullah Mûsâ ile konuştuğu ve ona risalet görevini verdiği yer olarak seçmiş olması da buranın mübarek oluşundandır. “Âlemlerin Rabbi Allah (tüm eksikliklerden) münezzehtir.” Hakkında eksiklik veya şer düşünülemeyecek kadar yücedir. Aksine O, sıfatlarıyla da fiilleriyle de kâmildir, eksiksizdir.
#
{9} {يا موسى إنَّه أنا اللهُ العزيز الحكيم}؛ أي: أخبره الله أنَّه اللهُ المستحقُّ للعبادة وحدَه لا شريك له؛ كما في الآية الأخرى: {إنِّي أنا الله لا إله إلاَّ أنا فاعْبُدْني وَأقِمِ الصَّلاةَ لِذِكْري}. {العزيز}: الذي قَهَرَ جميع الأشياء وأذعنتْ له كلُّ المخلوقات. {الحكيمُ}: في أمره وخَلْقِهِ، ومن حكمتِهِ أنْ أرسلَ عبده موسى بن عمران، الذي عَلِمَ اللهُ منه أنَّه أهلٌ لرسالته ووحيه وتكليمه، ومن عزَّتِهِ أن تعتمد عليه ولا تستوحش من انفرادك وكثرة أعدائِكَ وجبروتِهم؛ فإنَّ نواصيهم بيد الله وحركاتهم وسكونهم بتدبيره.
9. Cenab-ı Allah Mûsâ’ya, ibadete yalnızca kendisinin hak sahibi olduğunu, O’na hiçbir şekilde ortak koşulmaması gerektiğini haber vermektedir. Nitekim başka bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Hiç şüphesiz ben, Allah’ım; benden başka (hak) ilâh yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namazı dosdoğru kıl” (Tâ-Hâ, 20/14) “Aziz” gücü her şeyi hakimiyeti altına alan, bütün mahlukatın kendisine zillet ve itaatle boyun eğdiği zat demektir. “Hakim” ise emrinde de yaratmasında da hikmeti sonsuz olan demektir. Kulu imran oğlu Mûsâ’yı peygamber olarak göndermesi de O’nun hikmetinin bir tecellisidir. Çünkü Yüce Allah onun, risaletine, vahyine ve kendisiyle konuşmasına layık olduğunu bilmiştir. Yalnızca O’na güvenip dayanman, yalnızlığından kurtulman için O’na sığınman, düşmanların çokluğuna ve baskılarına karşı O’nun himayesine girmen de Allah’ın izzetinin bir gereğidir. Çünkü onların hepsinin idaresi, Allah’ın elindedir. Bütün hareketleri ve sükünları O’nun yönetimi iledir.
#
{10} {وألقِ عصاك}: فألقاها، {فلمَّا رآها تهتزُّ كأنَّها جانٌّ}: وهو ذكر الحيات سريعُ الحركة؛ {وَلَّى مُدْبِراً ولم يُعَقِّبْ}: ذُعراً من الحية التي رأى على مقتضى الطبائع البشرية، فقال الله له: {يا موسى لا تخفْ}، وقال في الآية الأخرى: {أقْبِلْ ولا تَخَفْ إنَّكَ من الآمِنينَ}. {إنِّي لا يخافُ لديَّ المرسلونَ}: لأنَّ جميع المخاوف مندرجةٌ في قضائِهِ وقدرِهِ وتصريفِهِ وأمرِهِ، فالذين اختصَّهم الله برسالتِهِ واصطفاهم لوحيِهِ لا ينبغي لهم أن يخافوا غيرَ الله؛ خصوصاً عند زيادة القُرْبِ منهم والحظوة بتكليمه.
10. “Asanı at” emri üzerine o da asasını bıraktı. “Onun” çabucak hareket eden “çevik” erkek “bir yılan gibi hareket ettiğini görünce” beşer tabiatının bir gereği olarak gördüğü o yılandan dehşete kapılıp “arkasına bile bakmadan dönüp kaçmaya başladı.” Yüce Allah da ona: “Ey Mûsâ, korkma” diye seslendi. Bir başka âyet-i kerimede de: “Ey Mûsâ, geri gel ve korkma! Çünkü sen güven içinde olanlardansın” (el-Kasas 28/31) “Çünkü benim huzurumda rasûller korkmaz.” Zira bütün korkulacak şeyler O’nun kaza ve kaderi, O’nun emir ve idaresi kapsamı içerisindedir. Allah’ın kendilerini özellikle risaletine mazhar kıldığı ve vahyi için seçtiği kimselerin, özellikle de Yüce Allah’a daha yakın oldukları ve O’nla konuşma lütfuna mazhar oldukları bir konumda Allah’tan başkasından korkmaları onlara yakışmaz.
#
{11} {إلاَّ مَن ظلمَ ثمَّ بَدَّلَ حسناً بعد سوء}؛ أي: فهذا الذي هو محلُّ الخوف والوحشة؛ بسبب ما أسدى من الظُّلم وما تقدَّم له من الجرم، وأما المرسلون؛ فما لهم وللوحشةِ والخوفِ؟! ومع هذا؛ من ظَلَمَ نفسَه بمعاصي الله و تاب وأناب فبدَّلَ سيئاتِهِ حسناتٍ ومعاصيه طاعاتٍ؛ فإنَّ الله غفورٌ رحيمٌ؛ فلا ييأسْ أحدٌ من رحمته ومغفرتِهِ؛ فإنَّه يغفر الذنوبَ جميعاً، وهو أرحمُ بعباده من الوالدة بولدها.
11. “Ancak zulmeden hariç (o korkmalıdır) İşte korkulacak ve yalnızlığın sıkıntısının duyulacağı durum budur. Buna sebep de önceden işlenen zulümler ve suçlardır. Peygamberlere gelince onlar ne diye yalnızlıktan çekinsinler ve korksunlar ki? Bununla birlikte Allah’a isyan ile nefsine zulmedip sonra da tevbe edip Rabbine yönelen ve “kötülüğünün ardından onu güzel amelle” değiştiren, yani kötülüklerin yerine iyiliklere, masiyetlerin yerine itaatlere yönelen kimseye karşı Allah çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir. O nedenle hiç kimse Yüce Allah’ın rahmetinden ve mağfiretinden ümit kesmesin. Elbetteki O, bütün günahları bağışlar. O, kullarına annenin çocuğuna olan merhametinden daha çok merhametlidir.
#
{12} {وأدخلْ يَدَكَ في جيبِك تَخْرُجْ بيضاءَ من غير سوءٍ}: لا برصَ ولا نقصَ، بل بياضٌ يبهر الناظرين شعاعه {في تسع آياتٍ إلى فرعونَ وقومِهِ}؛ أي: هاتان الآيتان ـ انقلابُ العصا حيَّة تسعى وإخراجُ اليدِ من الجيب فتخرجُ بيضاءَ ـ في جملة تسع آياتٍ تذهبُ بها وتدعو فرعون وقومه. {إنَّهم كانوا قوماً فاسقين}: فَسَقوا بشركِهِم وعتوِّهم وعلوِّهم على عباد الله واستكبارِهِم في الأرض بغير الحقِّ.
12. “Elini yakandan içeri sok da hiçbir kusur ve hastalık olmadan” görenlerin gözlerini parıltısı ile kamaştıracak şekilde göz alıcı ve “bembeyaz çıksın.” Asanın yürüyen bir yılana dönüşmesi ile yakandan bembeyaz olarak elini çıkarman, Firavun ve kavmini davet esnasında göstereceğin “dokuz mucize”den iki tanesidir. “Şüphesiz onlar fasık bir toplumdur.” Şirkleriyle, azgınlıklarıyla, Allah’ın kullarına büyüklük taslamalarıyla ve yeryüzünde haksız yere büyüklenmeleri dolayısıyla onlar haddi aşmış kimselerdir.
#
{13} فذهب موسى عليه السلام إلى فرعون وملئه، ودعاهم إلى الله تعالى، وأراهم الآيات، {فلمَّا جاءتهم آياتُنا مبصرةً}: مضيئةً تدلُّ على الحقِّ ويُبْصَرُ بها كما تُبْصِرُ الأبصارُ بالشمس، {قالوا هذا سحرٌ مبين}: لم يكفِهِم مجرَّدُ القول بأنه سحرٌ، بل قالوا: مبينٌ ظاهرٌ لكلِّ أحدٍ! وهذا من أعجب العجائب؛ الآيات المبصرات والأنوار الساطعات تُجْعَلُ من أبينِ الخُزَعْبِلات وأظهر السحرِ، هل هذا إلاَّ من أعظم المكابرة وأوقح السفسطة؟!
13. Mûsâ aleyhisselam, Firavun ve çevresindeki ileri gelenleri Yüce Allah’ın yoluna davet etti ve kendilerine mucizelerini gösterdi. Ama “Mucizelerimiz onlara açık seçik” hakka delâlet edecek şekilde, aydınlık saçıcı ve gözlerin güneş aydınlığı sayesinde görmesi gibi onlar sayesinde de basiretin aydılandığı bir halde “geldiğinde onlar: Bu apaçık bir sihirdir, dediler” Bu bir sihirdir, demekle de yetinmeyip onu apaçık olmakla, herkes tarafından açıkça görülmekle de nitelendirdiler. Bu ise çok şaşılacak bir husustur. Çünkü açık seçik mucizeler ve göz kamaştırıcı nurlar, aldatmacalar ve açıkça büyü olduğu görülen şeyler arasına katılmaktadır. Acaba bu, hakka karşı bile bile direnmenin ve yüzsüzce ileri sürülen safsataların bir örneği değil midir?
#
{14} {وجحدوا بها}؛ أي: كفروا بآيات الله جاحدين لها، {واسْتَيْقَنَتْها أنفسُهم}؛ أي: ليس جحدهم مستنداً إلى الشك والريبِ، وإنَّما جحدُهم مع علمهم وتيقُّنهم بصحَّتها {ظلماً}: منهم لحقِّ ربهم ولأنفسهم، {وعلوًّا}: على الحقِّ وعلى العباد وعلى الانقياد للرسل. {فانْظُرْ كيفَ كان عاقبةُ المفسدين}: أسوأ عاقبة؛ دمَّرهم الله، وغرَّقَهم في البحر، وأخزاهم، وأورث مساكِنَهم المستضعفين من عباده.
14. “İçten içe onlara inandıkları halde” yani onların bu inkârları şüphe veya tereddüte dayalı değildi, aksine “zulüm ve kibirleri sebebiyle onları” Allah’ın âyet ve mucizelerini bile bile “inkâr ettiler.” Onların bu âyet ve mucizeleri -doğru olduklarına kesin olarak inanmalarına rağmen- bile bile inkâr etmeleri, Rablerinden gelen hakka ve bizzat kendi kendilerine karşı zalimlik etmelerinden ve hem hakka karşı, hem kullara karşı, hem de peygamberlere itaate karşı kibirlenmelerinden ve üstünlük taslamalarından kaynaklanıyordu. “Bozguncuların âkıbetinin nasıl” en kötü akibet “olduğuna bir bak!” Yüce Allah, onları darmadağın etti, denizde boğdu, onları rezil ve rüsvay etti. Onların kaldıkları yerleri de onların ezdiği zayıf kullara miras olarak verdi.
Ayet: 15 - 44 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ عِلْمًا وَقَالَا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي فَضَّلَنَا عَلَى كَثِيرٍ مِنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِنِينَ (15) وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُودَ وَقَالَ يَاأَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَأُوتِينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبِينُ (16) وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ (17) حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِ النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَاأَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (18) فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِنْ قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ (19) وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ أَمْ كَانَ مِنَ الْغَائِبِينَ (20) لَأُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَدِيدًا أَوْ لَأَذْبَحَنَّهُ أَوْ لَيَأْتِيَنِّي بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ (21) فَمَكَثَ غَيْرَ بَعِيدٍ فَقَالَ أَحَطْتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِهِ وَجِئْتُكَ مِنْ سَبَإٍ بِنَبَإٍ يَقِينٍ (22) إِنِّي وَجَدْتُ امْرَأَةً تَمْلِكُهُمْ وَأُوتِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظِيمٌ (23) وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ (24) أَلَّا يَسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ (25) اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ (26) قَالَ سَنَنْظُرُ أَصَدَقْتَ أَمْ كُنْتَ مِنَ الْكَاذِبِينَ (27) اذْهَبْ بِكِتَابِي هَذَا فَأَلْقِهْ إِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانْظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ (28) قَالَتْ يَاأَيُّهَا الْمَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ (29) إِنَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ (30) أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ (31) قَالَتْ يَاأَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنْتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّى تَشْهَدُونِ (32) قَالُوا نَحْنُ أُولُو قُوَّةٍ وَأُولُو بَأْسٍ شَدِيدٍ وَالْأَمْرُ إِلَيْكِ فَانْظُرِي مَاذَا تَأْمُرِينَ (33) قَالَتْ إِنَّ الْمُلُوكَ إِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً أَفْسَدُوهَا وَجَعَلُوا أَعِزَّةَ أَهْلِهَا أَذِلَّةً وَكَذَلِكَ يَفْعَلُونَ (34) وَإِنِّي مُرْسِلَةٌ إِلَيْهِمْ بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ (35) فَلَمَّا جَاءَ سُلَيْمَانَ قَالَ أَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍ فَمَا آتَانِيَ اللَّهُ خَيْرٌ مِمَّا آتَاكُمْ بَلْ أَنْتُمْ بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ (36) ارْجِعْ إِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ لَا قِبَلَ لَهُمْ بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ مِنْهَا أَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ (37) قَالَ يَاأَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ (38) قَالَ عِفْرِيتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ (39) قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ (40) قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنْظُرْ أَتَهْتَدِي أَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذِينَ لَا يَهْتَدُونَ (41) فَلَمَّا جَاءَتْ قِيلَ أَهَكَذَا عَرْشُكِ قَالَتْ كَأَنَّهُ هُوَ وَأُوتِينَا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِهَا وَكُنَّا مُسْلِمِينَ (42) وَصَدَّهَا مَا كَانَتْ تَعْبُدُ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنَّهَا كَانَتْ مِنْ قَوْمٍ كَافِرِينَ (43) قِيلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَ فَلَمَّا رَأَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَنْ سَاقَيْهَا قَالَ إِنَّهُ صَرْحٌ مُمَرَّدٌ مِنْ قَوَارِيرَ قَالَتْ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (44)}.
15- Andolsun biz Davud’a ve Süleyman’a (geniş) bir ilim verdik. İkisi de: “Bizi mü’min kullarından pek çoğuna üstün kılan Allah’a hamdolsun” dediler. 16- Süleyman, Davud’a mirasçı oldu. Dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve her şeyden de bize verildi. Şüphe yok ki bu, apaçık bir lütuftur.” 17- Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu huzurunda toplandı. Hepsi de düzen içinde sevk ve idare olunurlardı. 18- Nihâyet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca dedi ki: “Ey karıncalar, yuvalarınıza girin! Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi çiğnemesin.” 19- Süleyman, karıncanın bu sözünden dolayı tebessüm etti ve dedi ki: “Rabbim, bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye beni her daim muvaffak kıl! Rahmetinle de beni salih kullarının arasına kat.” 20- Kuşları teftiş etti ve dedi ki: “Neden Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa o da mı kayıplara karıştı?” 21- “Ya bana apaçık bir delil getiririr ya da onu şiddetli bir şekilde cezalandırırım veya boynunu keserim.” 22- Çok geçmeden hüdhüd geldi ve dedi ki: “Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe’den kesin bir haber getirdim.” 23- “Ben bir kadının onlara hükümdarlık ettiğini gördüm ki ona her şeyden verilmiş. Onun büyük bir de tahtı var.” 24- “Onun da kavminin de Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan onlara amellerini süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Onun için de doğru yolu bulamıyorlar.” 25- “Göklerde ve yerde bulunan gizliyi açığa çıkartan, gizlediğiniz şeyleri de açıkladığınız şeyleri de bilen Allah’a secde etmesinler diye (şeytan böyle yapmış).” 26- “O Allah ki O’ndan başka (hak) ilâh yoktur, büyük Arş’ın Rabbidir.” 27- Dedi ki: “Doğru mu söylüyorsun yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.” 28- “Şu mektubumu götürüp onlara ulaştır. Sonra yakınlarında bir yere çekil de bak bakalım ne karşılık verecekler!” 29- Dedi ki: “Ey ileri gelenler! Gerçekten bana değerli ve önemli bir mektup ulaştı.” 30- “O, Süleyman’dandır ve Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile (başlamaktadır).” 31- “Bana karşı büyüklenmeyin ve teslim/müslüman olarak yanıma gelin” (diye yazmaktadır). 32- Dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu mesele hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kestirip atmış değilim.” 33- Dediler ki: “Biz güçlü kimseleriz ve çetin savaşçılarız. Bununla beraber yetki senindir. O nedenle düşün ve ne emredeceğine sen karar ver.” 34- Dedi ki: “Şüphesiz hükümdarlar bir ülkeye girdiklerinde orayı harap ederler ve halkının şereflilerini zelil kılarlar. Gerçekten onlar böyle yaparlar.” 35- “Ben onlara bir hediye göndereceğim ve elçilerin nasıl bir karşılıkla döneceklerine bakacağım.” 36- (Elçi) Süleyman’a geldiğinde Süleyman dedi ki: “Bana mal mı bağışlıyorsunuz? Halbuki Allah’ın bana verdikleri, size verdiklerinden daha hayırlıdır. O nedenle hediyeye siz sevinirsiniz (ben değil).” 37- “Onlara geri dön (ve şunu bildir:) Andolsun üzerlerine karşı koyamayacakları ordularla geleceğiz ve onları kesinlikle zelil ve küçük düşmüş bir halde oradan çıkartacağız.” 38- Dedi ki: “Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim/müslüman olarak gelmeden önce o kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?” 39- Cinlerden bir ifrit dedi ki: “Ben onu sana, daha sen yerinden kalkmadan getirebilirim. Gerçekten ben buna gücü yeten ve güvenilir bir kimseyim.” 40- Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: “Ben, onu sana daha sen gözünü kırpmadan getiririm.” Derken Süleyman tahtın, yanı başında hazır durduğunu görünce dedi ki: “Bu, Rabbimin bir lütfudur. Bunu şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak için yapmıştır. Kim şükrederse kendi faydasına şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz Rabbim, Ğanidir, Kerimdir. 41- Dedi ki: “Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekle sokun da bakalım onu tanımanın bir yolunu bulabilecek mi yoksa bulamayacak mı?” 42- (Kraliçe) geldiğinde denildi ki: “Senin tahtın böyle midir?” O da: “Tıpkı o!” dedi. “Bize bundan önce ilim verildi ve biz teslim/müslüman olduk.” 43- Daha önce Allah’ın dışında taptığı şeyler, onu (tevhidden) alıkoymuştu. Çünkü o, kâfir bir topluma mensup idi. 44- Ona: “Köşke gir” denildi. O da (köşkün zeminini) görünce onu derin bir su sandı ve (eteğini yukarı çekerek) ayaklarını açtı. Süleyman da dedi ki: “Bu, billurdan yapılmış şeffaf ve düz bir zemindir.” O da şöyle dedi: “Rabbim, gerçekten ben (şirk koşmakla) nefsime zulmettim. (Şimdi ise) Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.”
#
{15} يذكر في هذا القرآن وينوِّه بمنَّته على داود وسليمان ابنه بالعلم الواسع الكثير؛ بدليل التَّنْكير؛ كما قال تعالى: {وداودَ وسليمانَ إذْ يَحْكُمانِ في الحَرْثِ إذْ نَفَشَتْ فيه غنمُ القومِ وكُنَّا لحكمِهِم شاهدينَ. ففَهَّمْناها سليمانَ وكلًّا آتَيْنا حكماً وعلماَ ... } الآية. وقالا شاكرين لربهما منَّتَه الكُبرى بتعليمهما: {الحمدُ لله الذي فَضَّلَنا على كثيرٍ من عبادِهِ المؤمنين}: فحمدا الله على جَعْلِهِما من المؤمنين أهل السعادة، وأنَّهم كانوا من خواصِّهم. ولا شكَّ أن المؤمنين أربع درجات: الصالحون، ثم فوقَهم الشهداءُ، ثم فوقهم الصديقونَ، ثم فوقهم الأنبياء. وداود وسليمان من خواصِّ الرسل، وإن كانوا دون درجة أولي العزم الخمسة، لكنَّهم من جملة الرسل الفضلاء الكرام، الذين نوَّه الله بذكرهم ومدحهم في كتابه مدحاً عظيماً، فحمدوا الله على بلوغ هذه المنزلة، وهذا عنوان سعادةِ العبد: أنْ يكون شاكراً لله على نعمه الدينيَّة والدنيويَّة، وأن يرى جميع النعم من ربِّه؛ فلا يفخرُ بها ولا يُعْجَبُ بها، بل يرى أنها تستحقُّ عليه شكراً كثيراً.
15. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de Davud’a ve oğlu Süleyman’a aleyhimesselam lütfetmiş olduğu pek büyük ve geniş ilme dikkatleri çekmektedir. Yüce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Davud ve Süleyman’ı da (an). Hani o kavmin koyunlarının girip talan ettiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların hükümlerine tanık idik. Biz, en uygun hükmü Süleyman’a kavrattık. Bununla beraber her birine hüküm/hikmet ve ilim verdik.” (el-Enbiya, 21/78-79) “İkisi de” Rablerinin kendilerine öğretmiş olduğu pek büyük ilim lütfuna karşılık şükür olmak üzere: “Bizi mü’min kullarından pek çoğuna üstün kılan Allah’a hamdolsun, dediler.” Yüce Allah’a kendilerini mü’min ve mutlu kimselerden kıldığı ve bu mü’minler arasında da özel ve seçkin kimseler eylediği için hamd-u senâda bulundular. Mü’minler dört derecedir: Salihler, onların üstünde şehidler, onların üstünde sıddîklar, onların üzerinde de peygamberler gelir. Davud ve Süleyman -ikisine de selâm olsun- her ne kadar ulu’l-azm beş peygamberin derecesinden daha aşağı bir derecede iseler de peygamberlerin seçkinlerindendir. Yüce Allah’ın kendilerini yücelterek Kitabında söz konusu ettiği, onları çokça övdüğü, üstün, şerefli ve faziletli peygamberler arasındadırlar. İşte onlar da bu mevkiye ulaştıklarından ötürü cenab-ı Allah’a hamd-ü senâlarda bulundular. Yüce Allah’a ihsan etmiş olduğu dini ve dünyevi nimetleri dolayısıyla şürketmek, bütün nimetlerin Rabbinden geldiğini görerek bunlardan dolayı övünüp şımarmamak, aksine bundan dolayı çokça şükretmekle görevli olduğunu kabul etmek, kulun bahtiyar kimselerden olduğunun bir göstergesidir.
#
{16} فلما مدحهما مشتركين؛ خصَّ سليمان بما خصَّه به لكون الله أعطاه ملكاً عظيماً وصار له من الماجريات ما لم يكن لأبيه صلى الله عليهما وسلم، فقال: {وورث سليمانُ داودَ}؛ أي: ورث علمه ونبوَّته، وانضمَّ علم أبيه إلى علمه، فلعلَّه تعلَّم من أبيه ما عنده من العلم مع ما كان عليه من العلم وقتَ أبيه؛ كما تقدَّم من قوله: {ففهَّمْناها سليمانَ}. {وقال}: شكراً لله وتبجُّحاً بإحسانه وتحدُّثاً بنعمتِهِ: {يا أيُّها الناس عُلِّمْنا منطقَ الطيرِ}: فكان عليه الصلاة والسلام يفقهُ ما تقولُ وتتكلمُ به؛ كما راجعَ الهدهدَ وراجَعَه، وكما فهم قول النملةِ للنمل كما يأتي، وهذا لم يكن لأحدٍ غير سليمان عليه السلام، {وأوتينا من كلِّ شيءٍ}؛ أي: أعطانا الله من النعم ومن أسباب الملك ومن السلطنة والقهر ما لم يؤتِ أحداً من الآدميين، ولهذا دعا ربَّه، فقال: {ربِّ هَبْ لي ملكاً لا ينبغي لأحدٍ من بعدي}: فسخَّر الله له الشياطينَ يَعْمَلونَ له كلَّ ما شاء من الأعمال التي يَعْجَزُ عنها غيرُهم، وسخَّر له الريح غُدُوُّها شهرٌ ورَواحها شهرٌ. {إنَّ هذا}: الذي أعطانا الله، وفضَّلنا، واختصَّنا به {لهو الفضلُ المبين}: الواضح الجليُّ، فاعترف أكمل اعترافٍ بنعمة الله تعالى.
16. Yüce Allah, her ikisini bir arada övdükten sonra Süleyman aleyhisselam’ı özellikle ona ihsan ettiği nimetleriyle söz konusu etmektedir. Çünkü Yüce Allah, Süleyman’a pek büyük bir mülk vermiş ve babasının sahip olmadığı imkânlara onu mazhar kılmıştı. -Her ikisine de selam olsun- İşte bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Süleyman, Davud’a mirasçı oldu.” Yani onun ilim ve peygamberliğini miras aldı. Babasının ilmi, onun da ilmine katılmış oldu. Babası hayatta iken kendisinin sahip olduğu ilmin yanı sıra babasının özel olarak sahip olduğu ilmi ondan öğrenmiş olma ihtimali de vardır. Çünkü önceden de geçtiği gibi Yüce Allah’ın: “Biz, en uygun hükmü Süleyman’a kavrattık” buyruğu, Süleyman’ın özel bir bilgiye sahip olduğunu göstermektedir. İşte Yüce Allah’a şükür etmek, O’nun ihsanında yüzdüğünü dile getirmek ve üzerindeki nimeti ifade etmek üzere şöyle demişti: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi.” Süleyman aleyhisselam kuşların neler söylediğini ve ne konuştuklarını anlıyordu. Nitekim -ileride geleceği gibi- Hudhud ile karşılıklı konuştuğunu, ayrıca karıncanın diğer karıncalara söyledikleri sözleri anladığını görüyoruz. Bu, Süleyman aleyhisselam’dan başkasına ihsan edilmiş değildi. “Her şeyden de bize verildi.” Yani Yüce Allah, bizlere hiçbir insana vermediği hükümdarlık, saltanat ve başkalarını egemenlik altına almanın yol ve imkânlarını bağışlamış bulunuyor. Bundan dolayı Süleyman aleyhisselam yüce Rabbine şöyle dua etmiştir: “Rabbim, bana mağfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ver bana!” (Sad, 38/35) Yüce Allah da ona şeytanları/cinleri amade kılmıştı. Onun emri altında dilediği ve başkalarının yapmaktan acze düştüğü her türlü işi yaparlardı. Gidişi bir ay, dönüşü de bir aylık mesafe olan rüzgarı da onun emrine vermişti. “Şüphe yok ki bu” Allah’ın bize bağışladığı, başkalarına üstün kılarak bize özel olarak ihsan ettiği bu şeyler “apaçık bir lütuftur.” Bu ifadelerle Yüce Allah’ın nimetini en mükemmel bir şekilde itiraf etmiş bulunuyordu.
#
{17} {وحُشِرَ لسليمانَ جنودُهُ من الجنِّ والإنس والطير فهم يوزَعونَ}: أي جُمِعَ له جنودُه الكثيرةُ الهائلة المتنوِّعة من بني آدم ومن الجنِّ والشياطين ومن الطيور. {فهُم يوزَعون}: يُدَبَّرون ويردُّ أولُهم على آخرهم وينظَّمون غاية التنظيم في سيرهم ونزولهم وحَلِّهم وتَرْحالهم، قد استعدَّ لذلك وأعدَّ له عدَّته، وكلُّ هذه الجنود مؤتمرةٌ بأمرِهِ لا تقدرُ على عصيانِهِ ولا تتمرَّد عليه؛ كما قال تعالى: {هذا عطاؤنا فامْنُنْ أو أمْسِكْ}؛ أي: أعط بغير حساب.
17. Yani onun Adem oğullarından, cinlerden, şeytanlardan ve kuşlardan oluşan çeşitli ve çok sayıdaki orduları huzuruna toplandı. Bunlar gâyet düzenli bir şekilde yürüyen, konaklayan ve hareket eden ordular olup başından sonuna kadar güzel bir şekilde idare edilirlerdi. Bunun için gereken hazırlıklar yapılmış, tedbirler alınmıştı. Bütün bu ordular Süleyman’ın emriyle hareket ederler, onun emrine riâyet ederlerdi. Ona karşı gelme güçleri yoktu, ona asla baş kaldırmazlardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte bu, bizim hesapsız bağışımızdır. Artık ister ver, ister vermeyip tut.” (Sad, 38/39) Yani sen hesapsız olarak vereblirsin, demektir.
#
{18} فسار بهذه الجنودِ الضخمةِ في بعض أسفاره، {حتى إذا أتَوْا على وادي النمل قالت نملةٌ}: منبهةٌ لرفقتها وبني جنسها: {يا أيُّها النملُ ادخُلوا مساكِنَكم لا يَحْطِمَنَّكُم سليمانُ وجنودُه وهم لا يشعرونَ}: فنصحت هذه النملة وأسمعتِ النمل: إما بنفسِها، ويكون الله قد أعطى النملَ أسماعاً خارقةً للعادة؛ لأنَّ التنبيه للنمل الذي قد ملأ الوادي بصوت نملةٍ واحدة من أعجب العجائب. وإما بأنَّها أخْبَرَتْ مَنْ حولَها من النمل ثم سرى الخبرُ من بعضهنَّ لبعضٍ حتى بَلَغَ الجميع وأمَرَتْهُنَّ بالحذر والطريق في ذلك، وهو دخول مساكنهنَّ، وعرفت حالة سليمان وجنوده وعظمةَ سلطانِهِ، واعتذرتْ عنهم أنَّهم إنْ حَطَموكم؛ فليس عن قصدٍ منهم ولا شعورٍ.
18. Süleyman aleyhisselam yolculuklardan birisinde bu muazzam ordularıyla birlikte yol alıyordu. “Nihâyet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca” diğer arkadaşlarını ve hemcinslerini uyararak dedi ki: “Ey karıncalar, yuvalarınıza girin! Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi çiğnemesin.” Bu karınca diğer karıncalara öğüt vererek onlara sözlerini işittirdi. Bu ya bizzat kendi gücüyle olmuştur ki buna göre Yüce Allah karıncalara olağan dışı işitme cihazları vermiş demektir. Çünkü vadiyi doldurmuş bunca karıncaya tek bir karıncanın sesinin işittirip onları uyarması, hayret verici işlerdendir. Ya da o karınca, çevresindeki diğer karıncalara durumu bildirdi. Sonra da bu haber birinden ötekine ulaşarak sonunda hepsi bundan haberdar oldu. Bu karınca onlara tedbirlerini almalarını emretti ki bunun yolu da yuvalarına girmeleridir. Karınca Süleyman’ın, onun hakimiyetinin ve askerlerinin muazzam olduğunu bildiğinden bir anlamda: Onlar eğer sizleri çiğneyecek olurlarsa, bu kasten olmayacaktır, farkında olmadan bu işi yapacaklardır; bundan dolayı da mazurdurlar, demiştir.
#
{19} فسمع سليمانُ عليه الصلاة والسلامُ قولَها وفَهِمَهُ، {فتبسَّمَ ضاحكاً من قولِها}: إعجاباً منه بفصاحتها ونُصحها وحسن تعبيرها، وهذا حال الأنبياء عليهم الصلاة والسلام؛ الأدبُ الكاملُ، والتعجُّب في موضعه، وأنْ لا يبلغَ بهم الضَّحِك إلاَّ إلى التبسُّم؛ كما كان الرسول - صلى الله عليه وسلم - جُلُّ ضَحِكِهِ التبسُّمُ؛ فإنَّ القهقهةَ تدلُّ على خفة العقل وسوء الأدب، وعدم التبسُّم والعجب مما يُتَعَجَّب منه يدلُّ على شراسةِ الخلق والجبروت، والرسل منزَّهون عن ذلك. وقال شاكراً لله الذي أوصله إلى هذه الحال: {ربِّ أوْزِعْني}؛ أي: ألهمني ووفقني {أنْ أشكُرَ نعمتَكَ التي أنعمتَ عليَّ وعلى والديَّ}: فإنَّ النعمةَ على الوالدين نعمةٌ على الولد، فسأل ربَّه التوفيق للقيام بشكر نعمتِهِ الدينيَّة والدنيويَّة عليه وعلى والديه، {وأنْ أعملَ صالحاً ترضاه}؛ أي: ووفِّقْني أن أعمل صالحاً ترضاه؛ لكونه موافقاً لأمرك مخلصاً فيه سالماً من المفسدات والمنقصات، {وأدخلني برحمتِكَ}: التي منها الجنة، {في}: جملةِ {عبادِكَ الصالحين}: فإنَّ الرحمةَ مجعولةٌ للصالحين على اختلاف درجاتهم ومنازلهم. فهذا نموذجٌ ذَكَره الله من حالة سليمان عند سماع خطابِ النملة وندائها.
19. Süleyman aleyhisselam karıncanın bu sözünü işitmiş ve anlamıştı. O bakımdan “bu sözünden dolayı...” Bir karıncanın kendi ümmetine bu şekilde nasihat etmesine, iyiliklerini istemesine, güzel ve açık ifadelerine hayret ederek “tebessüm etti…” İşte peygamberlerin -hepsine salat ve selam olsun- hali budur. Edepleri kemal derecesindedir. Yerli yerince hayret ederler ve onların gülmeleri tebessüm derecesini aşmaz. Nitekim Allah Rasûlünün de bütün gülmeleri tebessüm şeklindeydi. Çünkü kahkaha, aklın hafifliğine ve kötü edebe delâlet eder. Hayreti gerektiren hususlara hayret etmemek ve tebessüm dahi etmemek ise kötü huya ve zorbalığa delildir. Peygamberler ise bunlardan münezzehtir. üleyman aleyhisselam kendisini bu hale ulaştıran Yüce Allah’a şükrederek dedi ki: “Rabbim, bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükretmeye… muvaffak kıl” Çünkü anne babaya verilen nimet, çocuğa da verilmiş sayılır. Bu nedenle o da Rabbinden kendisine ve ana-babasına ihsan edilen dini ve dünyevi nimetlerine şükürde bulunmaya kendisini muvaffak kılınmasını diledi. “Razı olacağın salih ameller işlemeye…” Senin emrine uygun, ihlaslı, ameli bozucu ve faziletini eksiltici şeylerden uzak, razı olabileceğin şekilde salih amelde bulunma başarısını bana ihsan et. “Rahmetinle de beni salih kullarının arasına kat” ki bu rahmetin bir tecellisi de cennete koymandır. Zira ilahi rahmet, derecelerine ve mevkilerine göre sadece salih kimselere aittir. u, Cenab-ı Allah’ın Süleyman’ın, karıncanın hem cinslerine hitap ve seslenişini işitmesi ile ilgili bize zikrettiği bir örnek bir kıssa idi. Daha sonra Süleyman’ın kuşlarla konuşmasını dile getiren bir başka örneği söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{20} ثم ذَكَرَ نموذجاً آخر من مخاطبته للطير، فقال: {وتفقَّدَ الطيرَ}: دلَّ هذا على كمال عزمِهِ وحزمِهِ وحسن تنظيمِهِ لجنودِهِ وتدبيرِهِ بنفسه للأمور الصغار والكبار، حتى إنَّه لم يُهْمِلْ هذا الأمر، وهو تفقُّد الطيور، والنظرُ هل هي موجودةٌ كلُّها أم مفقودٌ منها شيء؟ وهذا هو المعنى للآية. ولم يصنع شيئاً مَنْ قال: إنَّه تفقَّد الطير لينظرَ أين الهدهد منه ليدلَّه على بعدِ الماء وقربِهِ؛ كما زعموا عن الهدهد أنَّه يبصِرُ الماء تحت الأرض الكثيفة؛ فإنَّ هذا القول لا يدلُّ عليه دليلٌ، بل الدليلُ العقليُّ واللفظيُّ دالٌّ على بطلانِهِ: أما العقليُّ؛ فإنَّه قد عُرِفَ بالعادة والتجارب والمشاهدات أنَّ هذه الحيوانات كلَّها ليس منها شيءٌ يبصر هذا البصرَ الخارقَ للعادة وينظر الماءَ تحت الأرض الكثيفة، ولو كان كذلك؛ لَذَكَرَهُ الله؛ لأنَّه من أكبر الآيات. وأما الدليلُ اللفظيُّ؛ فلو أريد هذا المعنى؛ لقال: وطلب الهدهدَ لينظر له الماء، فلمَّا فقده؛ قال ما قال، أو: فَفَتَّش عن الهدهد، أو: بحث عنه. ونحو ذلك من العبارات. وإنَّما تفقَّد الطيرَ لينظرَ الحاضر منها والغائبَ ولزومَها للمراكز والمواضع التي عيَّنها لها. وأيضاً؛ فإنَّ سليمان عليه السلام لا يحتاج ولا يضطرُّ إلى الماء بحيث يحتاج لهندسةِ الهدهدِ؛ فإنَّ عنده من الشياطين والعفاريت ما يحفرون له الماء، ولو بلغ في العمق ما بلغ، وسخَّر الله له الريح غُدُوُّها شهرٌ ورَواحها شهرٌ؛ فكيف مع ذلك يحتاجُ إلى الهدهد؟! وهذه التفاسير التي توجد وتشتهر بها أقوالٌ لا يُعْرَفُ غيرُها تَنْقِلُ هذه الأقوال عن بني إسرائيل مجرَّدة، ويغفل الناقل عن مناقضتها للمعاني الصحيحة وتطبيقِها على الأقوال، ثم لا تزال تَتَناقل وينقُلُها المتأخِّر مسلِّماً للمتقدِّم، حتى يُظَنَّ أنَّها الحقُّ، فيقع من الأقوال الرديَّة في التفاسير ما يقعُ، واللبيبُ الفطنُ يعرِف أنَّ هذا القرآن الكريم العربيَّ المبينَ الذي خاطب الله به الخلقَ كلَّهم عالمهم وجاهلهم وأمَرَهم بالتفكُّر في معانيه وتطبيقها على ألفاظه العربيَّة المعروفة المعاني التي لا تجهلُها العربُ العرباءُ، وإذا وَجَدَ أقوالاً منقولة عن غير رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، رَدَّها إلى هذا الأصل؛ فإن وافقه؛ قبلها؛ لكون اللفظ دالًّا عليها، وإنْ خالفتْه لفظاً ومعنىً أو لفظاً أو معنىً؛ ردَّها وجزم ببطلانِها؛ لأنَّ عنده أصلاً معلوماً مناقضاً لها، وهو ما يعرفه من معنى الكلام ودلالته. والشاهدُ أنَّ تفقُّدَ سليمان عليه السلام للطير وفَقْدَهُ الهدهدَ يدلُّ على كمال حزمِهِ وتدبيرِهِ للمُلك بنفسه وكمال فطنتِهِ، حتى فَقَدَ هذا الطائر الصغير، {فقال ما لي لا أرى الهُدْهُدَ أم كان من الغائبين}؛ أي: هل عدم رؤيتي إيَّاه لقلَّة فطنتي به لكونه خفيًّا بين هذه الأمم الكثيرة؟ أم على بابها بأن كان غائباً من غير إذني ولا أمري؟!
20. “Kuşları teftiş etti.” Bu ifade, Süleyman aleyhisselam’ın azim ve kararlılığının kemaline, askerlerini güzel bir şekilde düzenlediğine, küçük büyük bütün işlerini bizzat kendisinin çekip çevirdiğine delildir. Öyle ki o, kuşları teftiş etme, hepsi huzurda mıdır yoksa onlardan gelmeyenler var mıdır diye durumlarını araştırma işini dahi ihmal etmiyordu. İşte âyetin bu buyruğunun ifade ettiği anlam budur. Burada “Süleyman aleyhisselam, su uzakta mıdır, yakında mıdır diye kendisine göstermesi için kuşların içinde hüdhüdü aradı” diyenler, herhangi bir gerçeği dile getirmiş değillerdir. Nitekim bunların iddiasına göre hüdhüd, yerin altındaki suyu görebiliyordu. Ama böyle bir görüşün doğruluğuna dair delil yoktur. Aksine akli ve lafzi delil, bu görüşün yanlış olduğuna delildir. Akli delil şudur: Normalde tecrübe ve müşahadeyle bilinen husus şudur ki bütün hayvanlar arasında böyle harikulade bir görüş kabiliyetine sahip bir hayvan yoktur. Onlar arasında yoğun yer katmanlarının altındaki suyu görebilen bir tür bulunmamaktadır. Böyle bir şey olsaydı şüphesiz Yüce Allah bunu da söz konusu ederdi. Çünkü bu da en büyük ilâhî delil ve mucizelerden birisi olurdu. Lafzi delile gelince eğer böyle bir mana kastedilmek istenseydi ayette şöyle buyurulması gerekirdi: “Süleyman susuz kalınca, kendisine suyun nerede olduğunu tespit etmesi için hüdhüdü aradı.” Yahut da “Hüdhüdün nerede olduğunu sordu” vb. Ancak Süleyman aleyhisselam’ın kuşları araştırmasının sebebi, onlardan kimin mevcut olduğunu, kimin bulunmadığını, kimin kendisine ayrılan yer ve konumu muhafaza ettiğini, kimin etmediğini görmekti. Aynı şekilde Süleyman aleyhisselam’ın, Hüdhüd’ün su bulmasına gerek duyacak kadar zaruret derecesinde suya muhtaç olması söz konusu değildir. Çünkü onun emrinde ne kadar derinde olursa olsun yeri kazıp su çıkartacak imkâna sahip şeytanlar ve ifritler vardı. Yüce Allah, gidiş ve geliş mesafesi bir aylık yol olan rüzgarı da emrine vermişti. Bütün bunlar varken su bulmak için hüdhüde nasıl ihtiyacı olabilirdi ki? efsirlerde bulunan ve yaygınlık kazanan bu tür açıklamalar, aslında İsrailoğullarından aktarılan dayanaksız nakillerdir. Bunları nakledenler, bu sözlerin doğru anlamlar ile çeliştiklerinden ve lafzi buyruklara mutabık olmadıklarından gafil olarak onları aktarmaktadır. Daha sonra da bu görüşler aktarılmaya devam etmiş ve sonra gelenler, önce gelenin naklini doğru kabul ederek nakledip durmuş ve nihâyet bunların doğru olduğu sanılır olmuştur. Böylece tefsirlerde bu gibi önemsiz ve değersiz görüşler yer almış oldu. Akıllı ve ince kavrayışlı bir kimse ise Cenab-ı Allah’ın, alimleriyle cahilleriyle bütün insanlara hitap etmek üzere gönderdiği, apaçık Arapça bir dil ile indirdiği bu Kur’ân-ı Kerîm’in manaları üzerinde tefekkür edip onları fasih Arapça konuşanların bildiği, Arap dilindeki malum lafızlara göre anlamalarını emrettiğini bilir. Böyle bir kimse, Allah Rasûlü dışındaki birinden nakledilmiş birtakım görüşlerle karşılaştığında onları, bu asli kaideye göre değerlendirir. Ona uygun düşerse kabul eder. Çünkü lafız, o manaya delâlet etmektedir. Şâyet bu nakledilen görüş, hem lafız, hem mana itibariyle yahut da sadece lafzı ya da manası itibariyle bu kaideye aykırı ise o görüşü reddeder, batıl olduğuna kesin hüküm verir. Çünkü o, nakledilen bu görüş ile çelişen temel bir bilgiye sahiptir. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in sözünden ve delâletinden anlaşılan manadır. üleyman aleyhisselam’ın kuşları araştırıp hüdhüdü bulamayışı, onun işlerin idaresini bizzat üstlenmekte kararlı olduğuna ve bu küçücük kuşun yokluğunu fark edecek kadar mükemmel dikkatine delildir. Bunun üzerine o şöyle demiştir: “Neden Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa o da mı kayıplara karıştı?” Yani benim o kuşu göremeyişimin sebebi, onun bu pek çok ümmetler arasında saklı kalmasından dolayı mıdır? Onu neden fark edemiyorum? Yoksa o, benden izinsiz ve benim emrimi almadan mı kayıplara karıştı. O vakit, hüdhüde kızıp onu tehdit ederek şunları söyledi:
#
{21} فحينئذٍ تغيَّظَ عليه وتوعَّده فقال: {لأعذِّبَنَّه عذاباً شديداً}: دون القتل {أو لأذْبَحَنَّه أو ليأتِيَنِّي بسلطانٍ مبينٍ}؛ أي: حجة واضحة على تخلُّفه. وهذا من كمال ورعِهِ وإنصافِهِ؛ أنَّه لم يقسم على مجرَّد عقوبته بالعذاب أو القتل؛ لأنَّ ذلك لا يكون إلاَّ من ذنبٍ، وغيبته قد تحتمل أنها لعذرٍ واضح؛ فلذلك استثناه لورعه وفطنته.
21. “Ya bana” geri kalmasına, gecikmesine dair “apaçık bir delil getirir ya da onu” öldürme dışında “şiddetli bir şekilde cezalandırırım veya boynunu keserim.” Bu da Süleyman aleyhisselam’ın ne kadar mükemmel bir vera’ ve insafa sahip olduğunu gösterir. Çünkü o, gerekçesiz olarak onu cezalandırmaya yahut öldürmeye yemin etmedi. Çünkü böyle bir ceza, ancak bir suç dolayısıyla verilebilir. Ama Hüdhüd’ün hazır bulunmaması açık bir mazeret sebebiyle de olabilirdi. Bundan dolayı vera’ ve ince kavrayışı dolayısıyla açık bir mazeret sunması halini istisna etmişti.
#
{22} {فمكث غير بعيدٍ}: ثم جاء، وهذا يدلُّ على هيبة جنوده منه وشدَّة ائتمارهم لأمره، حتى إن هذا الهدهد الذي خَلَّفَه العذرُ الواضح لم يقدِرْ على التخلُّف زمناً كثيراً، {فقال} لسليمانَ: {أحطتُ بما لم تُحِطْ به}؛ أي: عندي من العلم علمٌ ما أحطتَ به على علمك الواسع وعلوِّ درجتك فيه، {وجئتُك من سبأ}: القبيلة المعروفة في اليمن {بنبأ يقين}؛ أي: خبر متيقن.
22. “Çok geçmeden hüdhüd geldi” Bu, askerlerinin Süleyman aleyhisselam’dan çekindiklerine, onun emirlerine sıkı sıkıya bağlı kaldıklarına delildir. O kadar ki apaçık bir mazereti dolayısıyla geciken hüdhüd dahi çok uzun bir süre gecikmeye cesaret edememişti. Süleyman aleyhisselam’a “dedi ki: Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim.” Senin bunca geniş ilmine ve bu konudaki üstün derecene rağmen senin bilmediğin bir hususu ben görüp öğrendim. “Ve sana” Yemen’de bilinen bir kabile olan “Sebe’den kesin” doğruluğu kesinlikle bilinen “bir haber getirdim.” Daha sonra getirdiği bu haberin mahiyetini açıklayarak şöyle dedi:
#
{23} ثم فسَّر هذا النبأ فقال: {إني وجدتُ امرأةً تملِكُهم}؛ أي: تملك قبيلة سبأ، وهي امرأة، {وأوتِيَتْ من كلِّ شيءٍ}: يؤتاه الملوك من الأموال والسلاح والجنود والحصون وقلاع ونحو ذلك، {ولها عرشٌ عظيمٌ}؛ أي: كرسي ملكها الذي تجلس عليه عرشٌ هائلٌ، وعِظَمُ العروش تدُلُّ على عظمة المملكة وقوة السلطان وكثرة رجال الشورى.
23. “Ben bir kadının onlara” bu Sebe’ kabilesine “hükümdarlık ettiğini gördüm ki ona” hükümdarlara verilen türden mal, silah, asker, kale vb. “her şeyden verilmiş. Onun büyük bir de tahtı var.” Yani üzerine oturduğu krallık tahtı, müthiş bir tahttır. Tahtların büyüklüğü ise ülkenin büyüklüğüne, egemenliğin gücüne ve kendileriyle istişare edilen yiğitlerin çokluğuna delildir.
#
{24} {وجدتُها وقَوْمَها يسجُدون للشمس من دونِ الله}؛ أي: هم مشرِكون يعبُدون الشمس، {وزيَّن لهم الشيطانُ أعمالَهم}: فرأوا ما هم عليه هو الحقَّ، {فهم لا يهتدونَ}: لأنَّ الذي يرى أنَّ الذي عليه حقٌّ لا مطمعَ في هدايته حتى تتغيَّر عقيدتُه.
24. “Onun da kavminin de Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm.” Yani onlar, güneşe tapan müşrik kimselerdi. “Şeytan onlara amellerini süslü göstermiş” o bakımdan onlar da tuttukları bu yolun hak olduğunu düşünmektedirler “onları doğru yoldan alıkoymuş. Onun için de doğru yolu bulamıyorlar.” Zira izlediği yolun hak olduğu kanaatine sahip olan bir kimsenin, bu inancı değişmediği sürece hidâyet bulması ümit edilemez. Sözlerine devamla dedi ki:
#
{25} ثم قال: {ألاَّ}؛ أي: هلاَّ {يسجدوا لله الذي يُخْرِجُ الخَبْءَ في السمواتِ والأرض}؛ أي: يعلم الخفي الخبيء في أقطار السماوات وأنحاء الأرض من صغارِ المخلوقات وبذور النباتات وخفايا الصدور، ويخرج خَبْءَ الأرض والسماء بإنزال المطر وإنبات النبات، ويخرِجُ خَبْءَ الأرض عند النفخ في الصور وإخراج الأموات من الأرض ليجازِيَهم بأعمالهم، {ويعلم ما تُخفون وما تُعْلِنون}.
25. “Göklerde ve yerde bulunan gizliyi açığa çıkartan” yani göklerde ve yerin köşe bucağında bulunan, küçük büyük bütün yaratılmışları, bitkilerin tohumlarını, kalplerin sakladığı her türlü şeyi bilen, göklerde ve yerde bulunan gizlilikleri yağmur yağdırmak ve bitkileri bitirmek sûretiyle ortaya çıkartan, aynı şekilde Sûra üfürüleceği vakit de yerde saklı bulunan şeyleri ve ölüleri -amellerinin karşılıklarını vermek üzere- oradan çıkartacak olan, “gizlediğiniz şeyleri de açıkladığınız şeyleri de bilen Allah’a secde etmesinler diye” şeytan böyle yapmış.
#
{26} {الله لا إله إلاَّ هو}؛ أي: لا تنبغي العبادة والإنابة والذلُّ والحبُّ إلاَّ له؛ لأنَّه المألوه؛ لما له من الصفات الكاملة والنعم الموجبة لذلك. {ربُّ العرش العظيم}: الذي هو سقفُ المخلوقات، ووسع الأرضَ والسماوات. فهذا الملك عظيم السلطان كبير الشأن هو الذي يُذَلُّ له ويُخْضعُ ويُسْجَدُ له ويُرْكَع.
26. “O Allah ki O’ndan başka (hak) ilâh yoktur.” İbadet, yöneliş, önünde zilletle eğilmek ve sevmek O’ndan başkasına yaraşmaz. Çünkü sahip olduğu kamil sıfatları ve nimetleri dolayısıyla yegane ilâh O’dur. “…büyük Arşın Rabbidir.” Arş, bütün kainatın tavanıdır, gökleri ve yeri kuşatmıştır. İşte yalnız egemenlik alanı pek büyük, şanı pek muazzam olan bu gerçek hükümdarın önünde zilletle eğilmek, itaatle boyun eğmmek, secdeye kapanmak ve rükûya varmak gerekir.
#
{27 ـ 28} فسلم الهدهدُ حين ألقى إليه هذا النبأ العظيم، وتعجَّب سليمان كيف خفي عليه، وقال مثبتاً لكمال عقله ورزانته: {سننظُرُ أصَدَقْتَ أم كنتَ من الكاذِبينَ. اذهبْ بكتابي هذا}: وسيأتي نصُّه، {فألْقِهِ إليهم ثم تولَّ عنهم}؛ أي: استأخِرْ غير بعيد، {فانظُرْ ماذا يرجِعونَ}: إليك وما يتراجَعون به.
27-28. Hüdhüd, Süleyman aleyhisselam’a bu büyük haberi verince kendini kurtardı. Süleyman aleyhisselam da bu bilgiye sahip olmadığı için hayrete düştü. Aklının kemalini, ağırbaşlılıkla ve teenni ile hareket edişini ispatlayan bir üslûpla şöyle dedi: “Doğru mu söylüyorsun yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götürüp onlara ulaştır.” Bu mektubun içeriği ve mahiyeti birazdan gelecektir. “Sonra yakınlarında bir yere çekil de bak bakalım ne karşılık verecekler!” Yani fazla uzaklaşmadan, bu mektuba ne karşılık vereceklerini ve kendi aralarındaki görüş alış-verişlerini gözle!
#
{29 ـ 31} فذهب به، فألقاه عليها، فقالت لقومها: {إني أُلْقِي إليَّ كتابٌ كريمٌ}؛ أي: جليل المقدار، من أكبر ملوك الأرض، ثم بيَّنت مضمونَه، فقالت: {إنَّه من سليمانَ وإنَّه بِسْم الله الرحمن الرحيم. أن لا تَعْلوا عليَّ وأْتُوني مسلمينَ}؛ أي: لا تكونوا فوقي، بل اخضعوا تحت سلطاني، وانقادوا لأوامري، وأقبلوا إليَّ مسلمين. وهذا في غاية الوجازة مع البيان التامِّ؛ فإنَّه تضمَّن نهيَه عن العلوِّ عليه والبقاء على حالهم التي هم عليها، والانقيادَ لأمرِهِ والدخول تحت طاعته، ومجيئَهم إليه ودعوتهم إلى الإسلام. وفيه استحبابُ ابتداء الكتب بالبسملة كاملةً، وتقديمُ الاسم في أول عنوان الكتاب.
29. Hüdhüd, mektubu alıp hükümdarları olan kadının yanına bıraktı. O da kavmine: “Gerçekten bana değerli ve önemli bir mektup ulaştı.” Yani yeryüzü hükümdarlarının en büyüklerinden, oldukça kıymetli bir mektup gönderildi. Daha sonra bu mektubun muhtevasını açıklayarak şöyle dedi: 30-31. “O, Süleyman’dandır ve Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile (başlamaktadır). Bana karşı büyüklenmeyin ve müslümanlar olarak yanıma gelin, (diye yazmaktadır).” Yani siz, bana karşı üstünlük taslamaya kalkışmayın. Aksine boyun eğerek hükümdarlığımın kapsamına girin, emirlerime itaat edin ve teslimiyetle bana gelin. Tam bir açıklama ile birlikte son derece veciz bir mektuptur bu. Çünkü kendisine karşı büyüklenmemelerini, mevcut halleri üzere kalmamalarını, emrine itaat ederek itaatinin kapsamına girip kendisinin huzuruna gelmelerini emretmekte ve onları İslâm’a girmeye de çağırmaktadır. u buyruktan mektuplara (kitaplara) besmeleyi tam olarak yazarak başlamanın ve en başında da gönderenin ismini yazmanın müstehap olduğu anlaşılmaktadır.
#
{32 ـ 33} فمن حزمها وعقلها أنْ جمعت كبارَ دولتها ورجال مملكَتِها وقالت: {يا أيُّها الملأ أفتوني في أمري}؛ أي: أخبروني ماذا نجيبُه به؟! وهل ندخُلُ تحت طاعتِهِ وننقادُ أم ماذا نفعل؟! {ما كنتُ قاطعةً أمراً حتى تَشْهَدونِ}؛ أي: ما كنتُ مستبدَّةً بأمرٍ دون رأيكم ومشورَتِكم، {قالوا نحنُ أولو قوَّةٍ وأولو بأس شديدٍ}؛ أي: إن رددتِ عليه قولَه، ولم تدخُلي في طاعتِهِ؛ فإنَّا أقوياء على القتال. فكأنَّهم مالوا إلى هذا الرأي الذي لو تمَّ، لكان فيه دمارُهم، ولكنَّهم أيضاً لم يستقرُّوا عليه، بل قالوا: {والأمرُ إليكِ}؛ أي: الرأي ما رأيتِ؛ لعلمهم بعقلِها وحزمِها ونُصحها لهم، {فانظُري}: نظر فكرٍ وتدبُّر {ماذا تأمُرينَ}.
32. Hükümdar kadın da isabetli karar almak arzusundan ve akıllılığından ötürü devlet büyüklerini ve ileri gelen yöneticileri bir araya getirerek: “Ey ileri gelenler! Bu mesele hakkında bana görüş belirtin.” Bu mektuba ne şekilde cevap vereceğimizi bana bildirin. Bu hükümdarın itaatini kabul edip emrine uyalım mı, yoksa başka bir şey mi yapalım? “Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kestirip atmış değilim.” Sizin görüşünüzü almadan, size danışmadan, kendi başıma hiçbir işe karar vermiş değilim. 33. “Dediler ki: Biz güçlü kimseleriz kimseleriz ve çetin savaşçılarız.” Eğer sen, onun bu isteğini reddedecek, onun itaatine girmeyecek olursan gerçekten biz savaş gücü olan kuvvetli kimseleriz. Onlar, sanki bu görüşe meyletmiş gibi görünüyorlar. Ancak bu görüş kabul görseydi, perişan olurlardı. Ancak bu görüşte karar kılmayıp devamla: “Bununla beraber yetki senindir.” Senin görüşünü kabule hazırız, dediler. Çünkü hükümdarlarının ne kadar akıllı ve yerinde karar verdiğini, kendilerinin samimi olarak iyiliklerini istediğini biliyorlardı.“ O nedenle düşün” taşın, ölç, biç “ve ne emredeceğine sen karar ver.”
#
{34 ـ 35} فقالت لهم مقنعةً لهم عن رأيِهِم، ومبيِّنة سوء مغبَّة القتال: {إنَّ الملوكَ إذا دخلوا قريةً أفسَدوها}: قتلاً وأسراً ونهباً لأموالها وتخريباً لديارها، {وجعلوا أعِزَّةَ أهلها أذِلَّةً}؛ أي: جعلوا الرؤساء السادة أشراف الناس من الأرذلين ؛ أي: فهذا رأيٌ غير سديد، وأيضاً؛ فلست بمطيعةٍ له قبل الاختبار وإرسال مَنْ يكشِفُ عن أحواله ويتدبَّرُها، وحينئذٍ نكونُ على بصيرةٍ من أمرِنا. فقالت: {وإنِّي مرسلةٌ إليهم بهديَّةٍ فناظرةٌ بم يَرْجِعُ المرسلونَ}: منه؛ هل يستمرُّ على رأيِهِ وقولِهِ؟ أم تخدعُهُ الهديةُ وتُبَدِّلُ فكرتَه؟! وكيف أحوالُه وجنودُه؟!
34. Hükümdar kadın, savaş doğrultusundaki görüşlerinden vazgeçirmek için onları ikna edip savaşın kötü sonuçlarını açıklamak üzere şöyle dedi: “Şüphesiz hükümdarlar bir ülkeye girdiklerinde orayı harap ederler.” Kimisini öldürür, kimisini esir alırlar, mallarını talan ederler ve ülkeyi tahrip ederler. “halkının şereflilerini zelil kılarlar.” İnsanların şereflileri olan lider ve efendileri en aşağılık kimselere çevirirler. Yani savaş, uygun bir görüş değildir. Bununla birlikte ben, onun gerçek halini açığa çıkartmadan ve bu konuda araştırma yapacak kimseler göndermeden ona itaat edecek de değilim. Ancak bu araştırmadan sonra biz, basiretli bir şekilde ne yapacağımızı kararlaştırabiliriz. 35. “Ben onlara bir hediye göndereceğim ve elçilerin” onun tarafından “nasıl bir karşılıkla döneceklerine bakacağım.” Acaba görüşünü ve sözünü sürdürecek mi yoksa hediyeye kanarak düşüncesini değiştirecek mi? Kendisinin ve askerlerinin durumu nedir onu da öğreneceğim. Bunun üzerine hükümdar kadın, kavminin akıllı ve görüş sahipleri arasından seçtiği elçilerle birlikte bir hediye gönderdi.
#
{36} فأرسلت إليه بهديَّةٍ مع رسل من عقلاء قومها وذوي الرأي منهم. {فلمَّا جاءَ سليمانُ}؛ أي: جاءه الرسل بالهديةِ، {قال}: منكراً عليهم ومتغيِّظاً على عدم إجابتهم: {أتُمِدُّونَنِ بمالٍ فما آتانِيَ اللهُ خيرٌ مما آتاكم}: فليست تقع عندي موقعاً، ولا أفرح بها، قد أغناني الله عنها، وأكثر عليَّ النعم، {بل أنتُم بهديَّتِكم تفرحونَ}: لحبِّكُم للدُّنيا، وقلَّة ما بأيديكم بالنسبة لما أعطاني الله.
36. Elçiler hediyeleri getirip “Süleyman’a geldiğinde” o, isteğini kabul etmemelerini tepkiyle ve öfkeyle karşılayarak: “dedi ki: Bana mal mı bağışlıyorsunuz? Halbuki Allah’ın bana verdikleri size verdiklerinden daha hayırlıdır.” Hediyenin benim yanımda hiçbir kıymeti yok. Bundan dolayı da sevinmem. Zira Allah, beni ona muhtaç kılmamıştur ve bana pek çok nimetler vermiştir. “O nedenle hediyeye siz sevinirsiniz (ben değil).” Çünkü siz dünyayı seviyorsunuz ve elinizdeki mallar da Allah’ın bana verdiklerine oranla çok azdır.
#
{37} ثم أوصى الرسول من غير كتاب لما رأى من عقلِهِ وأنَّه سينقُلُ كلامَه على وجهه، فقال: {ارجِعْ إليهم}؛ أي: بهديَّتك، {فَلَنَأتِيَنَّهم بجنودٍ لا قِبَلَ لهم}؛ أي: لا طاقة لهم {بها وَلَنُخْرِجَنَّهم منها أذلَّةً وهم صاغرونَ}: فرجع إليهم وأبلَغَهم ما قال سليمانُ، وتجهَّزوا للمسير إلى سليمانَ.
37. Daha sonra elçiye -akıllı bir kimse olduğunu görüp sözünü olduğu gibi aktaracağını anladığından- mektuba gerek olmaksızın şu tavsiyede bulundu: Getirdiğin hediyenle birlikte “Onlara geri dön (ve şunu bildir:) Andolsun üzerlerine karşı koyamayacakları ordularla geleceğiz.” Onlar, bu ordularımızın önünde durma gücünü bulamayacaklardır. “ve onları kesinlikle zelil ve küçük düşmüş bir halde oradan çıkartacağız.” Elçi de kavmine geri döndü ve onlara Süleyman aleyhisselam’ın söylediklerini bildirdi. Bunun üzerine Süleyman’ın yanına gitmek üzere gerekli yol hazırlıklarına koyuldular.
#
{38 ـ 40} وعلم سليمانُ أنَّهم لا بدَّ أن يسيروا إليه، فقال لمن حَضَرَه من الجنِّ والإنس: {أيُّكم يأتيني بعرشِها قبلَ أن يأتوني مسلمينَ}؛ أي: لأجل أن نتصرَّف فيه قبل أن يُسْلِموا فتكونَ أموالُهم محترمةً، {قال عفريتٌ من الجنِّ}: والعفريتُ هو القويُّ النشيطُ جدًّا، {أنا آتيكَ به قبلَ أن تقومَ من مقامِكَ وإنِّي عليه لقويٌّ أمينٌ}: والظاهر أن سليمان إذ ذاك في الشام، فيكون بينَه وبين سبأ نحو مسيرة أربعة أشهر؛ شهرانِ ذهاباً وشهران إياباً، ومع ذلك يقولُ هذا العفريت: أنا ألتزِمُ بالمجيء به على كبرِهِ وثقلِهِ وبُعْدِه قبل أن تقومَ من مجلسِكَ الذي أنت فيه، والمعتادُ من المجالس الطويلة أن تكونَ معظمَ الضُّحى نحو ثُلُثِ يوم، هذا نهايةُ المعتاد، وقد يكونُ دونَ ذلك أو أكثر، وهذا المَلِكُ العظيم الذي عند آحادِ رعيَّتِهِ هذه القوَّة والقدرةُ. وأبلغُ من ذلك أنْ {قال الذي عندَه علمٌ من الكتابِ}: قال المفسِّرون: هو رجلٌ عالمٌ صالحٌ عند سليمان، يُقالُ له: آصف بن برخيا، كان يعرفُ اسم الله الأعظم، الذي إذا دُعي به؛ أجابَ، وإذا سُئِل به أعطى: {أنا آتيكَ به قبلَ أنْ يَرْتَدَّ إليك طرفُك}: بأن يدعوَ الله بذلك الاسم، فيحضرَ حالاً، وأنَّه دعا الله، فحضر. فالله أعلم؛ هل هذا المرادُ، أم أنَّ عندَه علماً من الكتاب يقتدِرُ به على جلب البعيدِ وتحصيل الشديد؟! {فلمَّا رآهُ} سليمان {مستقرًّا عنده}: حمد الله تعالى على أقدارِهِ وملكِهِ وتيسيرِ الأمور له، و {قال هذا مِن فضل ربِّي لِيَبْلُوَني أأشكُرُ أمْ أكفُرُ}؛ أي: ليختبِرَني بذلك، فلم يغترَّ عليه السلام بِمُلْكِهِ وسلطانِهِ وقدرتِهِ كما هو دأبُ الملوك الجاهلين، بل علم أنَّ ذلك اختبارٌ من ربِّه، فخاف أنْ لا يقومَ بشكرِ هذه النعمة، ثم بيَّنَ أنَّ هذا الشكر لا ينتفعُ الله به، وإنَّما يرجِعُ نفعُه إلى صاحبه، فقال: {ومَن شَكَرَ فإنَّما يشكُرُ لنفسه ومَن كَفَرَ فإنَّ ربِّي غنيٌّ كريم}: غنيٌّ عن أعماله، كريمٌ كثير الخير، يعمُّ به الشاكر والكافر؛ إلاَّ أنَّ شكر نعمِهِ داعٍ للمزيد منها، وكفرَها داعٍ لزوالِها.
38. Süleyman, kendisine gelmek üzere mutlaka yola koyulacaklarını bildiğinden çevresinde hazır bulunan cin ve insanlara şöyle dedi: “Onlar bana teslim/müslüman olarak gelmeden önce o kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?” Yani kim getirebilir ki biz, onlar İslâm’a girmeden ve böylelikle malları saygın ve dokunulmaz olmadan önce onun üzerinde tasarrufta bulunabilelim. 39. “Cinlerden bir ifrit” oldukça güçlü ve süratli çalışan kimseye ifrit denir. “Ben onu sana, daha sen yerinden kalkmadan getirebilirim. Gerçekten ben buna gücü yeten ve güvenilir bir kimseyim.” Görüldüğü kadarıyla o sırada Süleyman aleyhisselam Şam’da bulunuyordu. Buna göre kendisiyle Sebe’ arasında iki ay gidiş, iki ay dönüş olmak üzere dört aylık bir mesafe bulunuyordu. Buna rağmen bu ifrit, ona şöyle demişti: Bu tahtı büyüklüğüne, ağırlığına ve aradaki mesafenin uzaklığına rağmen sen şu oturmakta olduğun meclisten kalkmadan önce onu getirmeyi üstlenebilirim. Uzunca oturulan meclislerde mutad olan, bu meclislerin kuşluk vakti boyunca sürmesi ve günün üçte biri kadar olmasıdır. Bu, mutad olan sürenin nihaî vaktidir. Bazen bundan daha az da olabilir, daha çok da olabilir. İşte bu yüce hükümdar Süleyman aleyhisselam’ın halkı arasından birisi, bu kadar büyük bir güce sahipti. Hatta bundan daha ilerisi de vardı: 40. “Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki...” Müfessirlerin dediklerine göre bu, Süleyman aleyhisselam’ın yanında bulunan Berhiya oğlu Asaf diye bilinen alim ve salih bir zat idi. Bu zat, kendisi anılarak Allah’a dua edildiğinde Allah’ın duayı kabul ettiği, istekte bulunulduğunda istenilenleri verdiği, Allah’ın ism-i azamını bilen birisi imiş. “Ben, onu sana daha sen gözünü kırpmadan getiririm.” Yüce Allah’a bu ismini anıp dua ederek derhal bu tahtın hazır olacağını söyledi. Gerçekten Allah’a dua etti ve taht huzura geldi. Bu olay böyle olabileceği gibi bu kişinin, nezdinde kitaptan bir bilgiye sahip olup bu bilgi sayesinde uzak olanı yakına getirebilme, elde edilmesi zor olanı elde edebilme gücüne sahip olduğu da kastedilmiş olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. “Derken Süleyman tahtın, yanı başında hazır durduğunu görünce” Yüce Allah’a verdiği güç ve kudrete, hükümdarlığına, işleri kendisine kolaylaştırmasına hamd-ü senâda bulundu ve “dedi ki: Bu, Rabbimin bir lütfudur. Bunu şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak için yapmıştır.” Yani Rabbim, bunlarla beni sınamak için bunları bana vermiş bulunuyor. Süleyman aleyhisselam hükümdarlığı, saltanatı ve kudreti ile -cahil hükümdarların huyu olduğu şekilde- asla gurura kapılmadı. Aksine o, bunların Rabbinin bir sınaması olduğunu bildiğinden, bu büyük nimetin şükrünü yerine getirememekten korkmuştu. Daha sonra bu şükrün, Yüce Allah’a bir faydasının olmadığını, esasen bunun faydasının kişinin kendisine olduğunu beyan ederek şunları söyledi: “Kim şükrederse kendi faydasına şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz Rabbim Ğanidir” onun amellerine muhtaç değildir, “Kerimdir” hayırları şükredeni de nankörlük edeni de kapsayacak kadar cömert, lütuf ve kerem sahibidir. Ancak O’nun nimetlerine şükür, nimetlerinin daha da artmasına vesile olur. Nankörlük etmek ise nimetlerin yok olmasına sebep olur.
#
{41} ثم قال لِمَنْ عندَه: {نَكِّروا لها عرشَها}؛ أي: غيروه بزيادةٍ ونقص، ونحن في ذلك: {ننظُرْ}: مختبرينَ لعقلِها: {أتهتدي} للصوابِ ويكونُ عندَها ذكاءٌ وفطنةٌ تَليقُ بملكها، {أم تكونُ من الذين لا يهتدونَ}.
41. Daha sonra Süleyman aleyhisselam çevresinde bulunanlara: “dedi ki: Tahtını” ona bir şeyler katarak ve ondan bir şeyler eksilterek “onun tanıyamayacağı bir şekle sokun.” Bu yolla bizler onun aklını sınamak maksadı ile “bakalım onu tanımanın bir yolunu bulabilecek mi” hükümdarlığına yakışacak şekilde bir zekâ ve kavrayışı var mı “yoksa bulamayacak mı?”
#
{42} {فلما جاءت}: قادمةً على سليمان؛ عرض عليها عرشَها، وكان عهدُها به قد خلَّفتْه في بلدها، و {قيلَ لها أهكذا عرشُك}؛ أي: أنَّه استقرَّ عندنا أنَّ لك عرشاً عظيماً؛ فهل هو كهذا العرش الذي أحضَرْناه لك؟ {قالتْ كأنَّه هو}: وهذا من ذكائِها وفطنتِها: لم تَقُلْ هو لوجود التغيير فيه والتنكير، ولم تَنْفِ أنَّه هو لأنها عَرَفَتْه، فأتت بلفظٍ محتمل للأمرين، صادقٍ على الحالين. فقال سليمان متعجِّباً من هدايتها وعقلِها وشاكراً لله أن أعطاه أعظَمَ منها: {وأوتينا العلمَ مِن قبلِها}؛ أي: الهدايةَ والعقلَ والحزم من قبل هذه الملكة، {وكُنَّا مسلمينَ}: وهي الهدايةُ النافعة الأصليَّة. ويُحتمل أنَّ هذا من قول ملكة سبأ: وأوتينا العلمَ عن مُلْكِ سليمانَ وسلطانِهِ وزيادةِ اقتدارِهِ من قبلِ هذه الحالة التي رأيْنا فيها قدرتَه على إحضار العرش من المسافة البعيدة، فأذْعَنَّا له وجِئْنا مسلمينَ له خاضعينَ لسلطانه.
42. Kadın hükümdar, Süleyman aleyhisselam’ın yanına “geldiğinde” tahtı ona gösterildi. Halbuki onu geride, kendi ülkesinde bırakıp gelmişti. Ona “denildi ki: Senin tahtın böyle midir?” Yani bizim bildiğimize göre senin pek büyük bir tahtın varmış. Acaba o, bizim sana gösterdiğimiz bu tahta benziyor mu? “O da: Tıpkı o, dedi.” Bu, kadının zeka ve ince kavrayışının bir ifadesidir. Gördüğü tahtta birtakım değişiklikler ve onun tanınmasını engelleyen unsurlar olduğu için onun kendi tahtı olduğunu söylemedi; ama onun kendi tahtı olmadığını da söylemedi. Çünkü tahtını tanımıştı. O bakımdan her iki durum hakkında da doğru kabul edilebilecek ve her iki anlama gelebilecek ihtimalli bir ifade kullandı. Süleyman aleyhisselam onun tahtını tanımasına ve akıllılığına hayret ederek, Yüce Allah’a da kendisine bu kadına verdiğinden daha büyük bağışlarda bulunduğundan şükrederek dedi ki: “Bize bundan” bu hükümdar kadından “önce ilim” hidâyet, akıl ve kararlılık “verildi ve biz teslim/müslüman olduk.” İşte asıl faydalı hidâyet ve ilim budur. Bu cümlenin, Sebe’ kraliçesinin söylediği sözlerden olma ihtimali de vardır. Yani “Biz, Süleyman’ın, bu tahtı çok uzaklardan buraya getirdiğini gördüğümüz ve kudretine tanık olduğumuz bu halden önce onun mülkü, saltanatı ve iktidarının gücü hakkında bilgi sahibi idik. O bakımdan ona itaat edip onun otoritesine boyun eğerek teslimiyetle geldik.”
#
{43} قال الله تعالى: {وصدَّها ما كانتْ تعبُدُ من دونِ الله}؛ أي: عن الإسلام، وإلاَّ؛ فلها من الذكاء والفطنة ما به تعرفُ الحقَّ من الباطل، ولكنَّ العقائدَ الباطلة تُذْهِبُ بصيرة القلب. {إنَّها كانت من قوم كافرين}: فاستمرَّتْ على دينهم، وانفرادُ الواحد عن أهل الدِّين والعادة المستمرَّة بأمرٍ يراه بعقلِهِ من ضلالهم وخطئهم من أندرِ ما يكون؛ فلهذا لايُسْتَغْرَبُ بقاؤُها على الكفرِ.
43. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Daha önce Allah’ın dışında taptığı şeyler, onu” İslâm’a girmekten “alıkoymuştu.” Zira -o kadın, hakkı batıldan ayırt edebilecek zekâ ve kavrayışa sahip olmakla birlikte- batıl inanışlar, kalbin basiretini yok eder. “Çünkü o, kâfir bir topluma mensup idi.” Bu sebepten ötürü onların dinleri üzere devam etti. Bir kimsenin yaygın olan dine mensup kimselerden tek başına ayrılması ve aklı ile onların sapıklık ve hata içerisinde olduklarını görmesi, sürüp giden bir âdetin bu durumunu tespit edebilmesi, ender rastlanan bir hadisedir. O bakımdan bu kadının küfür üzere olması, garip karşılanacak bir şey değildi.
#
{44} ثم إنَّ سليمان أراد أن ترى من سلطانِهِ ما يَبْهَرُ العقولَ، فأمرها أن تَدْخُلَ الصرحَ، وهو المجلسُ المرتفع المتَّسع، وكان مجلساً من قوارير، تجري تحتَه الأنهار. {قيلَ لها ادْخُلي الصرحَ فلمَّا رأتْه حَسِبَتْه لُجَّةً}: ماءً؛ لأنَّ القوارير شفَّافةٌ يرى الماء الذي تحتها كأنه بذاته يجري ليس دونَه شيءٌ، {وكَشَفَتْ عن ساقَيْها}: للخياضةِ، وهذا أيضاً من عقلِها وأدبها؛ فإنَّها لم تمتَنِعْ من الدُّخول للمحلِّ الذي أُمِرَتْ بدخولِهِ لعلِمها أنَّها لم تُسْتَدْعَ إلاَّ للإكرام، وأنَّ ملكَ سليمان وتنظيمَه قد بناه على الحكمةِ، ولم يكنْ في قلبها أدنى شكٍّ من حالة السوء بعدما رأت ما رأت، فلما استعدَّت للخوض؛ قيل لها: {إنَّه صرحٌ مُمَرَّدٌ}؛ أي: مجلس {من قوارير}: فلا حاجةَ منك لكشفِ الساقين؛ فحينئذٍ لما وصلتْ إلى سليمان وشاهدتْ ما شاهدتْ وعلمت نبوَّتَه ورسالتَهُ؛ تابتْ ورجعتْ عن كفرها و {قالتْ ربِّ إنِّي ظلمتُ نفسي وأسلمتُ مع سليمانَ لله ربِّ العالمين}. فهذا ما قصَّه الله علينا من قصَّة ملكة سبأ وما جرى لها مع سليمانَ، وما عدا ذلك من الفروع المولَّدة والقصص الإسرائيليَّة؛ فإنَّه لا يتعلق بالتفسير لكلام الله، وهو من الأمورِ التي يقف الجزم بها على الدليل المعلوم المعصوم، والمنقولات في هذا الباب كلها أو أكثرها ليس كذلك؛ فالحزمُ كلُّ الحزم الإعراضُ عنها وعدم إدخالِها في التفاسير. والله أعلم.
44. Diğer taraftan Süleyman aleyhisselam bu kadın hükümdarın, akılları hayrete düşürecek şekilde saltanatını görmesini istediğinden onun köşkteki oldukça geniş ve yüksek bir salona girmesini arzu etmişti. Burası, alt tarafından ırmaklar akan, sırçadan bir köşktü. “Ona: Köşke gir, denildi.” Billur, şeffaf olduğundan ve altındaki suyu üzerinde herhangi bir şey yokmuş gibi akıyor gösterdiğinden onu “görünce derin bir su sandı ve” o suya girmek için (eteğini yukarı çekerek) ayaklarını açtı.” Bu da kadının akıllılığından ve edebinden kaynaklanmaktadır. Çünkü girmesi, emrolunan yere girmekten imtina etmemişti. Zira o, ancak kendisine ikramda bulunulsun diye çağırıldığını biliyordu. Diğer taraftan Süleyman aleyhisselam’ın hakimiyet ve tanziminden bu köşkü belli bir hikmete binaen yaptığını anlıyor ve gördüğü bunca şeyden sonra kötü herhangi bir durumla karşılaşacağından yana en ufak bir şüphe kalbinde bulunmuyordu. Kadın, suya girmek maksadıyla hazırlanınca Süleyman aleyhisselam ona: “Bu, billurdan yapılmış şeffaf ve düz bir zemindir.” O bakımdan ayaklarını açmana gerek yoktur. Kadın Süleyman aleyhisselam’ın yanına ulaşıp birtakım hususlara tanık olduktan sonra onun peygamberliğinin kesinlikle sabit olduğunu anlayıp küfründen döndü ve “dedi ki: Rabbim, gerçekten ben (şirk koşmakla) nefsime zulmettim. (Şimdi ise) Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” üce Allah’ın Sebe’ kraliçesi ve Süleyman aleyhisselam ile birlikte başlarından geçenlere dair anlattıkları bunlardan ibarettir. Bunun dışında uydurma birtakım ek açıklamalarla İsrailî kıssaların, Yüce Allah’ın kelâmının tefsiri ile hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar ancak hatadan korunmuş peygamberden geldiği bilinen delile bağlı olarak kabul edilebilirler. Bu konuda nakledilenlerin tamamı yahut pek çoğu ise bu delile uygun değildir. O bakımdan en sağlıklı karar, bu gibi ayrıntılardan ve açıklamalardan yüz çevirmek, bunları tefsirlere sokmamaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 45 - 53 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ (45) قَالَ يَاقَوْمِ لِمَ تَسْتَعْجِلُونَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ لَوْلَا تَسْتَغْفِرُونَ اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (46) قَالُوا اطَّيَّرْنَا بِكَ وَبِمَنْ مَعَكَ قَالَ طَائِرُكُمْ عِنْدَ اللَّهِ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ تُفْتَنُونَ (47) وَكَانَ فِي الْمَدِينَةِ تِسْعَةُ رَهْطٍ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ (48) قَالُوا تَقَاسَمُوا بِاللَّهِ لَنُبَيِّتَنَّهُ وَأَهْلَهُ ثُمَّ لَنَقُولَنَّ لِوَلِيِّهِ مَا شَهِدْنَا مَهْلِكَ أَهْلِهِ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ (49) وَمَكَرُوا مَكْرًا وَمَكَرْنَا مَكْرًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (50) فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ مَكْرِهِمْ أَنَّا دَمَّرْنَاهُمْ وَقَوْمَهُمْ أَجْمَعِينَ (51) فَتِلْكَ بُيُوتُهُمْ خَاوِيَةً بِمَا ظَلَمُوا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (52) وَأَنْجَيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (53)}
45- Andolsun ki Semûd’a “Allah’a ibadet edin” diye (çağrıda bulunması için) kardeşleri Salih’i gönderdik. Birden onlar, birbirleri ile çekişen iki fırkaya bölündüler. 46- Dedi ki: “Ey kavmim! İyilik dururken ne diye kötülükte acele ediyorsunuz? Merhamete nail olmak ümidiyle Allah’tan mağfiret dileseniz ya?” 47- Dediler ki: “Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz.” Dedi ki: “Sizin uğursuzluk (saydığınız şey), Allah katında (takdir edilmiştir). Bilakis siz, sınanan bir toplumsunuz.” 48- O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapıp da ıslâha çalışmayan dokuz kişi vardı. 49- Onlar, kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki: “Andolsun Salih’e ve ailesine gece baskın yapacağız, sonra da velisine: Biz, onun ailesi öldürüldüğü sırada orada değildik. Gerçekten biz, doğru söylüyoruz, diyeceğiz.” 50- Onlar bir tuzak kurdular. Biz de bir tuzak kurduk, fakat onlar farkında bile değillerdi. 51- Tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu bir bak: Biz onları da kavimlerini de hep birlikte helâk ettik. 52- İşte zulümleri sebebiyle onların harabeye dönmüş ıssız evleri! Şüphesiz bunda bilen bir toplum için bir ibret vardır. 53- İman edenleri ve korkup sakınmakta olanları da kurtardık.
#
{45} يخبرُ تعالى أنَّه أرسل إلى ثمود القبيلة المعروفة أخاهم في النسب صالحاً، وأنَّه أمرهم أن يعبُدوا الله وحدَه، ويترُكوا الأنداد والأوثان؛ {فإذا هم فريقان يختصمون}: منهم المؤمن، ومنهم الكافر ـ وهم معظمهم ـ.
45. Yüce Allah, bilinen kabile olan Semûd’a neseben kardeşleri Sâlih aleyhisselam’ı peygamber olarak gönderdiğini, onun da onlara yalnızca Allah’a ibadet ederek putları ve koştukları ortakları terk etmelerini emrettiğini haber vermektedir. “Birden onlar” kimi mü’min, kimi kâfir -ki çoğu böyle idi- olmak üzere “birbirleri ile çekişen iki fırkaya bölündüler.”
#
{46} {قال يا قوم لم تستعجلونَ بالسيئة قبل الحسنة}؛ أي: لم تبادرونَ فعل السيئاتِ وتحرصونَ عليها قبل فعل الحسناتِ التي بها تحسُنُ أحوالُكم وتصلُحُ أمورُكم الدينيَّة والدنيويَّة، والحالُ أنَّه لا موجبَ لكم إلى الذَّهاب لفعل السيئات {لولا تستغفِرون اللهَ}: بأن تتوبوا من شِرْكِكُم وعِصْيانِكم وتَدْعونَ أن يغفر لكم، {لعلَّكم تُرحمون}: فإنَّ رحمة الله قريبٌ من المحسنين، والتائبُ من الذُّنوب هو من المحسنين.
46. “Dedi ki: Ey kavmim! İyilik dururken ne diye kötülükte acele ediyorsunuz?” Niçin hallerinizin düzelmesine, dini ve dünyevi işlerinizin salah bulmasına sebep teşkil edecek olan iyilikleri işlemek yerine kötülükler işlemekte acele ediyor ve bunun için özel bir gayret harcıyorsunuz? Oysa kötülükleri işlemeye yönelmenizi gerektirecek herhangi bir husus bulunmamaktadır. Şirkinizden ve isyanınızdan tevbe ederek, günahlarınızı bağışlamanızı isteyerek ve “merhamete nail olmak ümidiyle Allah’tan mağfiret dileseniz ya?” Çünkü Allah’ın rahmeti, ihsan sahiplerine pek yakındır. Günahlarından tevbe edenler de ihsan sahiplerindendir.
#
{47} {قالوا}: لنبيِّهم صالحٍ مكذِّبين ومعارضينَ: {اطَّيَّرْنا بك وبمن معك}: زعموا قَبَّحَهُمُ الله أنهم لم يَرَوْا على وجهِ صالحٍ خيراً، وأنَّه هو ومن معه من المؤمنين صاروا سبباً لمنع بعض مطالبهم الدنيويَّة! فقال لهم صالحٌ: {طائِرُكم عند الله}؛ أي: ما أصابكم إلاَّ بذنوبكم. {بل أنتم قومٌ تُفْتَنون}: بالسَّراء والضرَّاء، والخير والشرِّ؛ لينظر هل تُقْلِعون وتتوبون أم لا؛ فهذا دأبُهم في تكذيبِ نبيِّهم وما قابَلوه به.
47. Kavmi, peygamberleri Sâlih’e karşı çıkarak ve onu yalanlayarak “dediler ki: Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz.” Kahrolasıcalar! Salih’in yüzünden hayır görmediklerini, onun ve beraberindeki mü’minlerin, kendi dünyevi isteklerinin gerçekleşmesine engel olduklarını iddia ettiler. âlih aleyhisselam da onlara “dedi ki: “Sizin uğursuzluk (saydığınız musietler), Allah katında (takdir edilmiştir).” Yani Allah’ın başınıza getirdiği musibetlerin sebebi, sizin günahlarınızdır. “Bilakis siz” darlıkla, bollukla, hayırla ve şerle aklınızı başınıza alıp tevbe edecek misiniz, etmeyecek misiniz diye “sınanan bir toplumsunuz.” İşte peygamberlerini yalanlamakta tutturdukları yol ve ona verdikleri karşılık bu idi.
#
{48} {وكان في المدينةِ}: التي فيها صالحٌ، الجامعة لمعظم قومه {تسعةُ رهطٍ يفسِدون في الأرض ولا يُصْلِحونَ}؛ أي: وصفُهُم الإفساد في الأرض، ولا لهم قصدٌ ولا فعلٌ بالإصلاح، قد استعدُّوا لمعاداةِ صالح والطعنِ في دينِهِ ودعوةِ قومهم إلى ذلك؛ كما قال تعالى: {فاتقوا اللهَ وأطيعونِ. ولا تُطيعوا أمر المسرِفينَ. الذين يُفْسِدونَ في الأرض ولا يُصْلِحونَ}.
48. Sâlih aleyhisselam’ın içinde bulunduğu ve kavminin büyük çoğunluğunu barındıran “o şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapıp da ıslâha çalışmayan dokuz kişi vardı.” Yani onların sıfatı, yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaktı. Islah gibi herhangi bir maksatları ve buna yönelik bir davranışları yoktu. Onlar Sâlih’e düşmanlık etmek, dinine dil uzatmak ve kendi kavimlerini de böyle davranmaya çağırmak için gerekli hazırlıklarını yapmışlardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Şu yeryüzünde bozgunculuk yapıp da ıslâha çalışmayan günahkârların emrine de itaat etmeyin.” (eş-Şuara, 26/150-152)
#
{49} فلم يزالوا بهذه الحال الشنيعةِ حتى أنَّهم من عداوتهم {تقاسموا} فيما بينَهم؛ كلُّ واحدٍ أقسم للآخر: {لَنُبَيِّتَنَّهُ وأهلَه}؛ أي: لنأتِيَنَّهم ليلاً هو وأهله، فلنقتلنّهم، {ثم لنقولَنَّ لوليِّه}: إذا قام علينا وادَّعى علينا أنَّا قَتَلْناهم؛ ننكِرُ ذلك وننفيه ونحلفُ: {إنَّا لَصادِقونَ}.
49. Onlar, bu çirkin hallerini sürdürdüler ve ihâyet bu düşmanlıkları sonucunda “kendi aralarında” her birisi diğerine “Allah adına yemin ederek dediler ki: Andolsun Salih’e ve ailesine gece baskın yapacağız” gece gidip onları öldüreceğiz. “Sonra da velisine” bize karşı çıkıp bizim hakkımızda davacı olacak ve bizim onları öldürdüğümüzü iddia edecek olursa, biz bunu inkâr edeceğiz ve yemin edip: “Biz, onun ailesi öldürüldüğü sırada orada değildik. Gerçekten biz, doğru söylüyoruz, diyeceğiz.” Böylece kendi aralarında anlaştılar.
#
{50} فتواطؤوا على ذلك، {ومكروا مكراً}: دبَّروا أمرهم على قتل صالح وأهله على وجه الخُفْيَةِ حتى من قومهم خوفاً من أوليائه، {ومَكَرْنا مكراً}: بنصرِ نبيِّنا صالح عليه السلام وتيسيرِ أمرِهِ وإهلاكِ قومِهِ المكذِّبين. {وهم لا يشعُرونَ}.
50. “Onlar bir tuzak kurdular.” Sâlih’i ve aile halkını öldürmek üzere -yakınlarından çekindikleri için kavimlerinden bile gizlice- plan kurdular. “Biz de” peygamberimiz Salih’e yardım edip işini kolaylaştırmak ve yalanlayan kavmini helâk etmek üzere “bir tuzak kurduk, fakat onlar farkında bile değillerdi.”
#
{51} {فانظرْ كيف كان عاقِبَةُ مَكْرِهِم}: هل حصل مقصودُهم وأدركوا بذلك المكر مطلوبَهم؟ أم انتقضَ عليهم الأمر؟! ولهذا قال: {أنَّا دَمَّرْناهم وقومَهم أجمعينَ}: أهلَكْناهم واستأصَلْنا شأفَتَهم فجاءتهم صيحةُ عذابٍ فأُهْلِكوا عن آخرهم.
51. “Tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu bir bak!” Maksatları gerçekleşti mi? Onlar, bu kurdukları planlarla istediklerini elde edebildiler mi yoksa planları aleyhlerine mi işledi? Tabii ki aleyhlerine oldu zira “biz onları da kavimlerini de hep birlikte helâk ettik.” Onları kökten imha ettik. Gelen azap çığlığı ile onlardan tek bir kimse geride kalmamak üzere helâk oldular.
#
{52} {فتلك بيوتُهم خاويةٌ}: قد تهدَّمت جدرانُها على سقوفِها، وأوحشتْ من ساكِنِها، وعطِّلَتْ من نازليها {بما ظَلَموا}؛ أي: هذا عاقبةُ ظلمهم وشِرْكِهم بالله وبغيِهِم في الأرض. {إنَّ في ذلك لآيةً لقومٍ يعلمونَ}: الحقائق، ويتدبَّرون وقائعَ الله في أوليائِهِ وأعدائِهِ، فيعتبِرون بذلك، ويعلمون أنَّ عاقبة الظُّلم الدَّمار والهلاك، وأنَّ عاقبة الإيمان والعدل النجاة والفوز.
52. “İşte zulümleri sebebiyle onların harabeye dönmüş ıssız evleri!” Yani zulümlerinin, Allah’a ortak koşmalarının ve yeryüzünde azgınlık etmelerinin sonucu olarak evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş, orada daha önce yaşayanlardan hiçbir kimse kalmamış, ıssızlaşmış. Artık orada konup göçen kimse de yok. “Şüphesiz bunda” hakikatleri “bilen” ve Yüce Allah’ın gerçek dostlarına da düşmanlarına da yaptıklarını düşünen ve bundan ibret alan “bir toplum için” zulmün âkıbetinin yok olmak, helâk edilmek, imanın âkıbetinin ise adalet, kurtuluş ve umduğuna nail olmak olduğunu bilen kimseler için “bir ibret vardır.”
#
{53} ولهذا قال: {وأنجَيْنا الذين آمنوا وكانوا يتَّقونَ}؛ أي: أنجينا المؤمنين بالله وملائكتِهِ وكتبِهِ ورسلِهِ واليوم الآخر والقدَرِ خيرِهِ وشرِّه، وكانوا يتَّقون الشركَ بالله والمعاصيَ، ويعملونَ بطاعتِهِ وطاعةِ رسلِهِ.
53. Yani biz Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere iman eden, Allah’a ortak koşmaktan ve masiyetlerden sakınan, O’na itaat olan işleri yapan ve peygamberlerine de itaat edip uyan takvâ sahiplerini kurtardık.
Ayet: 54 - 58 #
{وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَأَنْتُمْ تُبْصِرُونَ (54) أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَاءِ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ (55) فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَنْ قَالُوا أَخْرِجُوا آلَ لُوطٍ مِنْ قَرْيَتِكُمْ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ (56) فَأَنْجَيْنَاهُ وَأَهْلَهُ إِلَّا امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِرِينَ (57) وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًا فَسَاءَ مَطَرُ الْمُنْذَرِينَ (58)}
54- Lût’u da an. Hani o, kavmine şöyle demişti: “Siz göz göre göre bu hayasızlığı mı yapıyorsunuz?!” 55- “Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?! Doğrusu siz cahillik eden bir toplumsunuz.” 56- Kavminin cevabı yalnızca: “Çıkarın Lût(u ve) tabilerini ülkenizden. Çünkü onlar fazla temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demek oldu. 57- Biz de onu ve ailesini kurtardık. Ancak karısı hariç. Onun geride kalanlardan olmasını takdir etmiştik. 58- Onların üzerine (feci) bir (taş) yağmuru yağdırdık. Uyarılanların (ama dinlemeyenlerin) yağmuru ne fenadır!
#
{54} أي: واذكرْ عبدَنا ورسولَنا لوطاً ونبأه الفاضلَ حين قال لقومِهِ داعياً لهم إلى الله وناصحاً: {أتأتونَ الفاحشةَ}؛ أي: الفَعْلَةَ الشنعاء التي تستفحِشُها العقولُ والفطرُ وتستقبِحُها الشرائع. {وأنتُم تبصِرونَ}: ذلك وتعلمونَ قُبحَه، فعاندتم وارتكَبْتُم ذلك ظلماً منكم وجرأةً على الله.
54. Yani kulumuz ve rasûlümüz Lût’u ve onun kavmine Yüce Allah’a davet ederek ve samimi bir şekilde öğüt vererek söylediği şu sözlerine dair o değerli haberini de an: “Siz göz göre göre bu hayasızlığı” onun çirkin olduğunu bile bile, akılların ve fıtratların çok çirkin gördüğü, şeriatlerin hayasızca bulduğu o son derece kötü fiili mi “yapıyorsunuz?” Siz, bu hususta inatlaşmakta, bunu zulmederek ve Allah’a karşı da cüretkârlık ederek işlemektesiniz.
#
{55} ثم فسَّر تلك الفاحشةَ فقال: {أإنَّكم لتأتونَ الرجالَ شهوةً من دون النساء}؛ أي: كيف توصَّلْتم إلى هذه الحال، فصارت شهوتُكم للرجال وأدبارِهم محلِّ الغائط والنجوِ والخبثِ، وتركتُم ما خلقَ اللهُ لكم من النساء من المحالِّ الطيِّبة التي جُبِلَتِ النفوس إلى الميل إليها، وأنتم انقلبَ عليكم الأمرُ، فاستحسنتُم القبيح، واستقبحْتُم الحسن؟! {بل أنتم قومٌ [مسرفون] }: متجاوِزون لحدود الله متجرِّئون على محارمه.
55. Daha sonra bu hayasızlığı şöylece açıklamaktadır: “Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?” Bu hale nasıl geldiniz de erkeklere ve onların pisliklerin çıktığı yer olan arkalarına arzu duyar oldunuz? Yüce Allah’ın sizler için yaratmış olduğu ve nefislerin kendisine meylettiği kadınların uygun yerlerini nasıl bıraktınız? Siz, nasıl işleri ters-yüz ettiniz de çirkin olan şeyi güzel, güzel olan şeyi çirkin gördünüz? “Doğrusu siz” Allah’ın sınırlarını aşarak, haram kıldığı şeyleri işleme cesaretini göstererek “cahillik eden bir toplumsunuz.”
#
{56} {فما كان جوابَ قومِهِ}: قبولٌ ولا انزجارٌ ولا تذكُّرٌ وادِّكارٌ، إنَّما كان جوابُهم المعارضةَ والمناقضةَ والتوعُّد لنبيِّهم الناصح ورسولهم الأمين بالإجلاء عن وطنِهِ والتشريدِ عن بلدِهِ؛ فما كان جوابَ قومِهِ {إلاَّ أن قالوا أخرِجوا آلَ لوطٍ من قريَتِكُم}: فكأنَّه قيل: ما نقمتُم منهم وما ذنبُهم الذي أوجبَ لهم الإخراج؟ فقالوا: {إنَّهم أناسٌ يتطهَّرونَ}؛ أي: يتنزَّهون عن اللِّواط وأدبارِ الذُّكور!! فقبَّحهم الله؛ جعلوا أفضلَ الحسناتِ بمنزلة أقبح السيئات، ولم يكتفوا بمعصيَتِهِم لنبيِّهم فيما وعظهم به، حتى وصلوا إلى إخراجِهِ، والبلاءُ موكلٌ بالمنطق؛ فهم قالوا: أخرِجوهم من قريَتِكُم إنَّهم أناسٌ يتطهَّرون! ومفهوم هذا الكلام: وأنتُم متلوِّثون بالخبثِ والقذارةِ المقتضي لنزول العقوبة بقريَتِكم ونجاةِ من خَرَجَ منها.
56. “Kavminin cevabı” onun dediklerini kabul etmek, dediklerine uyarak kötü fiillerinden vazgeçmek, öğüt dinlemek ve akıllarını başına almak şeklinde olmadı. Aksine onların cevabı, karşı çıkmak ve kendilerine samimi olarak öğüt veren peygamberlerini, o güvenilir rasûllerini yurdundan sürmek ve ülkesinden çıkarmak tehdidinden başka bir şey olmadı. Kavminin ona verdiği cevap: “yalnızca: “Çıkarın Lût(u ve) tabilerini ülkenizden” demekten ibaretti. Onlara: “Siz onlara neden böyle bir şekilde ceza veriyorsunuz? Yurtlarından çıkartılmalarını gerektiren günahları nedir?” diye bir soru sorulmuş gibi onlar, bunu şöyle cevaplandırmışlardı: “Çünkü onlar fazla temiz kalmak isteyen insanlarmış!” Yani onlar, livatadan; erkeklere arka yoldan yaklaşmaktan uzak duran kimselerdir. Kahrolasıcalar! Onlar en üstün iyiliği, en çirkin kötülük gibi değerlendirdiler. Peygamberlerine isyan etmekle, kendilerine verdiği öğütlere karşı gelmekle yetinmediler de onu yurdundan çıkartacak noktaya geldiler. Musibet konuşmaya adeta bağlıdır, dilini tutamayan mutlaka açık verir. İşte onlar da: “Çıkarın Lût(u ve) tabilerini ülkenizden. Çünkü onlar fazla temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demişlerdi ki bu sözden şu anlaşılmaktadır: “Sizler, pislik ve iğrençliklerle kirlenmiş pis kimselersiniz ki bu durum, ülkenize azabın inmesini, ordan çıkanların da kurtulmasını gerektirir.” Bundan dolayı Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz:
#
{57 ـ 58} ولهذا قال تعالى: {فأنجَيْناه وأهلهَ إلاَّ امرأتَه قَدَّرْناها من الغابرينَ}: وذلك لمَّا جاءتْه الملائكةُ في صورة أضيافٍ، وسمع بهم قومُه، فجاؤوا إليه يريدونَهم بالشرِّ، وأغلق الباب دونَهم، واشتدَّ الأمر عليه، ثم أخبرتْهم الملائكةُ عن جليَّة الحال، وأنَّهم جاؤوا لاستنقاذِهِ وإخراجِهِ من بين أظهُرِهم، وأنَّهم يريدون إهلاكَهم، وأنَّ موعِدَهم الصبح، وأمروه أن يسريَ بأهلِهِ ليلاً إلاَّ امرأتَهَ؛ فإنَّه سيصيبُها ما أصابهم، فخرج بأهلِهِ ليلاً، فنجوا، وصبَّحَهم العذابُ، فقلبَ الله عليهم ديارَهم، وجعل أعلاها أسفلها، وأمطر عليهم حجارةً من سجِّيلٍ منضودٍ مسوَّمَةً عند ربِّك، ولهذا قال هنا: {وأمْطَرْنا عليهم مطراً فساء مَطَرُ المُنذَرين}؛ أي: بئس المطرُ مطرُهم، وبئس العذابُ عذابُهم؛ لأنَّهم أُنْذِروا وخوِّفوا فلم ينزَجِروا ولم يرتَدِعوا، فأحلَّ الله بهم عقابَه الشديد.
57. Şöyle ki melekler, misâfir sûretinde Lût’un yanına gelip de kavmi onların geldikleri haberini alınca, onlara kötülük yapmak kasdıyla Lût aleyhisselam’ın yanına gelmişler; o da onlara karşı kapıyı kilitlemişti ve çok zor durumda kalmıştı. Daha sonra melekler ona işin iç yüzünü haber verip kendisini bu kavmin arasından kurtarmak üzere geldiklerini, bu kavmi helâk etmek istediklerini, bunun için de onlara gelecek azabın vaktinin sabah olduğunu bildirdiler. Kendisine de karısı müstesnâ geceleyin yola koyulmasını emrettiler. Çünkü karısına da kavmine isabet eden ceza isabet edecekti. Lût aleyhisselam geceleyin aile halkıyla birlikte yola çıktı ve hep birlikte kurtuldular. Sabahleyin de kavmi azaba uğratıldı. Yüce Allah yurtlarını kaldırıp başlarına geçirdi. Altı üste, üstü alta geldi. Onlara Allah tarafından işaretlenmiş ve pişmiş çamurdan taşlar yağdırıldı. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 58. Onların yağmurları ne kötü, azapları da ne fena bir azaptır! Çünkü onlar, uyarılıp korkutuldukları halde yaptıkları kötülüklerden vazgeçmediler, yollarını terk etmediler. Yüce Allah da o çetin azabı onlara gönderdi.
Ayet: 59 #
{قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ وَسَلَامٌ عَلَى عِبَادِهِ الَّذِينَ اصْطَفَى آللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ (59)}.
59- De ki: “Allah’a hamdolsun, seçtiği kullarına da selam olsun. Şimdi, Allah mı hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?”
#
{59} أي: قل الحمدُ لله الذي يستحقُّ كمالَ الحمدِ والمدح والثناءِ؛ لكمال أوصافه وجميل معروفه وهباتِهِ وعدلِهِ وحكمتِهِ في عقوبته المكذِّبين وتعذيب الظالمين، وسلِّمْ أيضاً على عبادِهِ الذين تخيَّرهم واصطفاهم على العالمين من الأنبياء والمرسلين وصفوة الله ربِّ العالمين، وذلك لرفع ذِكْرِهم وتنويهاً بقَدْرِهم وسلامتهم من الشرِّ والأدناس وسلامةِ ما قالوه في ربِّهم من النقائص والعيوب. {آللهُ خيرٌ أمْ ما يُشْرِكون}: وهذا استفهامٌ قد تقرَّر وعُرِفَ؛ أي: الله الربُّ العظيم كاملُ الأوصاف عظيمُ الألطاف خيرٌ أم الأصنامُ والأوثانُ التي عَبَدوها معه وهي ناقصةٌ من كلِّ وجه؛ لا تنفعُ ولا تضرُّ ولا تملِكُ لأنفسها ولا لِعابديها مثقالَ ذرَّةٍ من الخير؛ فاللهُ خيرٌ مما يُشْرِكون.
59. Sıfatlarının kemali, pek güzel iyilikleri ve bağışları, yalanlayıcıları ve zalimleri cezalandırmasındaki adaleti ve hikmeti dolayısıyla kemal derecede hamde, övgü ve senaya layık olan “Allah’a hamdolsun.” Bütün âlemlere üstün kıldığı seçkin nebilere, rasûllere, âlemlerin Rabbi Allah’ın seçkin kullarına da “selam olsun.” Bu, onların şanlarını yüceltmek, üstün derecelerine dikkat çekmek, onların kötülük ve pisliklerden uzak olduklarını, Rableri hakkında söyledikleri şeylerin kusur ve ayıplardan uzak olduğunu belirtmek ve buna dikkat çekmek içindir. “Şimdi, Allah mı hayırlıdır, yoksa koştukları ortaklar mı?” Bu, cevabı bilinen bir sorudur. Yani sıfatları kâmil, lütufları pek büyük olan o yüce Rab Allah mı hayırlıdır yoksa onunla birlikte tapındıkları, her açıdan eksik, fayda veremeyen, zararı önleyemeyen, ne kendilerine, ne de kendilerine ibadet edenlere zerre ağırlığınca bir hayır sağlayamayan putlar ve heykeller mi hayırlıdır? Elbette ki Allah, onların koştukları ortaklardan hayırlıdır.
aha sonra Yüce Allah, kendisinin yegane mabud/ilâh, O’na ibadetin hak, O’nun dışındaki varlıklara ibadetin ise batılın ta kendisi olduğunu açıkça ortaya koyan ve bunu gösteren ayrıntılı bilgileri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 60 #
{أَمَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَنْبَتْنَا بِهِ حَدَائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍ مَا كَانَ لَكُمْ أَنْ تُنْبِتُوا شَجَرَهَا أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ بَلْ هُمْ قَوْمٌ يَعْدِلُونَ (60)}.
60- (Onları mı hayırlıdır) yoksa göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Nitekim biz, o suyla öyle güzel bahçeler bitirdik ki sizin, onların ağaçlarını bitirmeniz mümkün değildir. Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Elbette yok, ama onlar (başkalarını) Allah’a denk tutan bir topluluktur.
#
{60} أي: أمَّن خَلَقَ السماواتِ وما فيها من الشمس والقمر والنجوم والملائكة والأرض وما فيها من جبال وبحار وأنهار وأشجار وغير ذلك، {وأنزل لكم}؛ أي: لأجلكم {من السماءِ ماءً فأنْبَتْنا به حدائقَ}؛ أي: بساتين {ذاتَ بهجةٍ}؛ أي: حسن منظر من كثرة أشجارها وتنوُّعها وحسنِ ثمارها. {ما كانَ لكُم أن تُنبِتوا شَجَرَها}: لولا مِنَّةُ الله عليكم بإنزال المطر. {أإلهٌ مع اللهِ}: فَعَلَ هذه الأفعالَ حتى يُعبد معه ويُشرَك به، {بل هم قوم يعدِلونَ}: به غيره، ويسوُّون به سواه، مع علمِهِم أنَّه وحده خالقُ العالم العلويِّ والسفليِّ ومنزلُ الرزق.
60. Yani gökleri ve göklerde bulunan güneşi, ayı, yıldızları, melekleri; yeri ve orada bulunan dağları, denizleri, ırmakları, ağaçları ve başka şeyleri yaratan, “sizin için” faydanıza olmak üzere “gökten bir su indiren mi” hayırlıdır yoksa o ortak koştuklarınız mı? “Nitekim biz, o suyla” ağaçlarının çokluğu, çeşitliliği ve güzel meyveleri dolayısıyla görünüşü “öyle güzel bahçeler bitirdik ki sizin, onların ağaçlarını bitirmeniz” Yüce Allah’ın yağmur lütfu olmasaydı “mümkün değildir.” O halde “Allah ile birlikte bir ilâh mı var” ki o da O’nunla birlikte bütün bunları yapmış da o bakımdan onunla birlikte ibadet edilmeye ve O’na ortak koşulmaya hak kazanmış?! “Hayır, onlar Allah’a” başkalarını “denk tutan” onları O’na eş koşan “bir topluluktur.” Halbuki onlar, ulvi âlemi de süfli âlemi de yaratanın ve hepsine rızık verenin yalnızca O olduğunu pekala bilmektedirler.
Ayet: 61 #
{أَمَّنْ جَعَلَ الْأَرْضَ قَرَارًا وَجَعَلَ خِلَالَهَا أَنْهَارًا وَجَعَلَ لَهَا رَوَاسِيَ وَجَعَلَ بَيْنَ الْبَحْرَيْنِ حَاجِزًا أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (61)}.
61- (Onlar mı hayırlıdır) yoksa yeryüzünü yerleşmeye elverişli kılan, içerisinde ırmaklar var eden, orada sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına da engel koyan mı? Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Elbette yok, ama onların çoğu bilmiyorlar.
#
{61} أي: هل الأصنام والأوثان الناقصة من كلِّ وجه التي لا فعلَ منها ولا رزقَ ولا نفعَ خيرٌ أم الله الذي {جعل الأرضَ قَراراً}: يستقرُّ عليها العبادُ ويتمكَّنون من السكنى والحرث والبناء والذَّهاب والإياب، {وجَعَلَ خلالها أنهاراً}؛ أي: جعل في خلال الأرض أنهاراً ينتفعُ بها العبادُ في زُروعهم وأشجارهم وشُربهم وشربِ مواشيهم، {وجَعَلَ لها رَواسي}؛ أي: جبالاً تُرسيها وتُثبتها لئلاَّ تميدَ وتكون أوتاداً لها لئلا تضطرِبَ، {وجعل بين البحرينِ}: البحر المالح والبحر العذب {حاجزاً}: يمنعُ من اختلاطِهِما فتفوت المنفعةُ المقصودة من كل منهما، بل جعل بينَهما حاجزاً من الأرض؛ جعل مجرى الأنهار في الأرض مبعدة عن البحار، فيحصُلُ منها مقاصدُها ومصالحها. {أإلهٌ مع الله}: فعل ذلك حتى يُعْدَلَ بهِ اللهُ ويُشْرَكَ به معه، {بل أكثرُهم لا يعلمون}: فيشركون بالله تقليداً لرؤسائهم، وإلاَّ؛ فلو علموا حقَّ العلم لم يشركوا به شيئاً.
61. Yani hiçbir iş yapamayan, rızık veremeyen, fayda sağlayamayan, hayır getiremeyen, her açıdan eksik olan putlar ve heykeller mi hayırlıdır “yoksa yeryüzünü yerleşmeye elverişli kılan” kulların, üzerinde barınabileceği, meskenlerini kurup ekin ekebilecekleri, bina yapabilecekleri, gidip gelebilecekleri şekilde “yerleşmeye elverişli kılan, içerisinde ırmaklar” kulların ekinlerini, ağaçlarını ve davarlarını sulamakta kullandıkları, kendileri de su ihtiyaçlarını karşıladıkları nehirler “var eden, orada” yeryüzü sarsılmasın diye “sabit” sağlam kazıklar mesabesinde olup oraya sebat veren “dağlar yaratan” acı ve tuzlu deniz ile tatlı denizden/ırmaklardan ibaret “iki deniz arasına” birbirlerine karışmalarını önleyen bir “engel koyan mı?” Çünkü karışacak olurlarsa her ikisinden de gözetilen fayda ortadan kalkar. O bakımdan Yüce Allah, her iki deniz arasına bir engel koymuştur. Irmaklar, yeryüzünde denizlerden uzak olarak akar ve böylelikle onlardan hasıl olacak maksat ve faydalar da ortaya çıkar. “Allah ile birlikte” bütün bunları yapan başka “bir ilâh mı var” ki o, Allah’a eş kabul edilsin ve O’nunla birlikte ortak tutulsun? “Elbette yok, ama onların çoğu bilmiyorlar.” İleri gelenlerini taklit ederek Allah’a ortak koşuyorlar. Yoksa onlar, gereği gibi bilen kimseler olsalardı O’na hiçbir şeyi ortak koşmazlardı.
Ayet: 62 #
{أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاءَ الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ (62)}.
62- (Onlar mı hayırlıdır) yoksa darda kalan, kendisine dua ettiğinde onun duasını kabul edip de sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün halefleri yapan mı? Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz?
#
{62} أي: هل يجيبُ المضطرَّ الذي أقلقتْه الكروبُ وتعسَّر عليه المطلوبُ واضطرَّ للخلاص بما هو فيه إلاَّ الله وحدَه؟! ومن يكشِفُ السوءَ؛ أي: البلاء والشرَّ والنقمةَ؛ إلاَّ الله وحده؟! ومن يجعلُكُم خلفاء الأرض يمكِّنُكم منها ويمدُّ لكم بالرزق ويوصل إليكم نعمه وتكونون خلفاء مَنْ قبلَكم كما أنَّه سيميتُكم ويأتي بقوم بعدكم؟! أإلهٌ مع الله يفعل هذه الأفعالَ؟! لا أحد يفعلُ مع الله شيئاً من ذلك، حتى بإقرارِكم أيُّها المشركون، ولهذا كانوا إذا مسَّهم الضُّرُّ دَعَوا الله مخلصين له الدين؛ لعلمِهم أنَّه وحدَه المقتدر على دفعه وإزالته، {قليلاً ما تَذَكَّرونَ}؛ أي: قليلاً تذكُّركم وتدبُّركم للأمور التي إذا تذكَّرتموها ادّكرتُم ورجعتُم إلى الهدى، ولكن الغفلة والإعراض شاملٌ لكم؛ فلذلك ما ارْعَوَيْتم ولا اهتديتم.
62. Yani sıkıntıların bunalttığı, isteğini gerçekleştirmekte zorluklarla karşılaşan, içinde bulunduğu halden kurtulmak zorunda bulunan, sıkıntı içerisinde olan kimsenin duasını bir ve tek olan Allah’tan başka kabul eden mi var? Belayı, kötülüğü ve musibeti Allah’tan başka açıp gideren mi var? Size yeryüzünde imkân ve iktidarlar veren, rızıklarıyla imdadınıza yetişen, sizlere bunca nimetlerini ulaştıran ve sizi sizden öncekilerin yerine gelmiş halefler kılan, ölümünüzden sonra sizin de yerinize halef olarak başka bir kavim getirecek olan Allah ile birlikte bütün bunları yapan başka bir ilâh mı var? Bunların hiç birisini Allah ile beraber yapan başka hiç kimse yoktur. Hatta siz dahi bunu kabul etmektesiniz, ey müşrikler! Nitekim onlara herhangi bir sıkıntı isabet ettiğinde dinlerini yalnızca Allah’a halis kılarak Allah’a dua ederlerdi. Çünkü bu sıkıntıyı önlemeye ve ortadan kaldırmaya yalnızca O’nun güç yetirdiğini biliyorlardı. “Ne kadar az düşünüyorsunuz?” Bu işleri ne kadar az düşünüyorsunuz? Gerçekler ne kadar az hatırınıza geliyor? Sizler bunları hakkıyla düşünecek olsanız öğüt alırsınız ve hidâyete gelirsiniz. Fakat gaflet ve yüz çevirme, sizin her tarafınızı kuşatmış bulunuyor. O bakımdan sizler aklınızı başınıza almıyor, doğru yola gelmiyorsunuz.
Ayet: 63 #
{أَمَّنْ يَهْدِيكُمْ فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَنْ يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ تَعَالَى اللَّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ (63)}.
63- (Onlar mı hayırlıdır) yoksa kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve rahmetinin önünde müjde olarak rüzgarları gönderen mi? Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Allah onların ortak koştuklarından/koşmalarından çok yücedir.
#
{63} أي: من هو الذي يهديكم حين تكونون في ظُلُمات البرِّ والبحرِ حيث لا دليل ولا مَعْلَمَ يُرى ولا وسيلةَ إلى النجاة إلاَّ هدايتُه لكم وتيسيرُهُ الطريق وجعل ما جعل لكم من الأسباب التي تهتدون بها؟! {ومَن يرسِلُ الرياح بُشراً بين يدي رحمتِهِ}؛ أي: بين يدي المطر، فيرسِلُها، فتثيرُ السحاب، ثم تؤلِّفُه، ثم تجمعُه، ثم تُلْقِحُه، ثم تُدِرُّه، فيستبشر بذلك العباد قبل نزول المطر. {أإلهٌ مع الله}: فعل ذلك؟! أم هو وحده الذي انفرد به؟! فلم أشركتُم معه غيرَه وعبدتُم سواه؟! {تعالى الله عما يشرِكون}: تعاظم وتنزَّه وتقدَّس عن شِرْكِهم وتسوِيَتِهِم به غيره.
63. Yani denizin ve karanın karanlıklarında herhangi bir yol göstericinin bulunmadığı, gözle görülecek bir alâmet ve işaretin görülmediği, kurtuluşa açılan bir yolun bulunmadığı bir hale düştüğünüzde size O’nun hidâyeti, yol bulmayı kolaylaştırması dışında sizi doğru yola iletecek kim vardır? Kendileri vasıtasıyla doğru yolu bulabildiğiniz sebepleri sizin için kim var etmiştir? “Ve rahmetinin önünde müjde olarak rüzgarları gönderen mi?” Yağmurdan önce rüzgarları gönderip onlar vasıtasıyla bulutları kaldıran, sonra bunları birbirine kaynaştıran, sonra bulutları üst üste yığan, sonra bunlara yağmur aşılatan, sonra da yağmur yağdıran bulutları gönderip daha yağmurun yağmasından önce kulların sevinmelerini sağlayan mı hayırlıdır yoksa onların putları mı? “Allah ile birlikte” bütün bunları yapan “bir ilâh mı var?” Yoksa bütün bunları yalnızca O mu yapıyor? O halde neden O’na başka şeyleri ortak koşmakta ve O’ndan başkasına ibadet etmektesiniz? “Allah onların ortak koştuklarından/koşmalarından çok yücedir.” Onların ortak koşmalarından, başkalarını O’na eşit tutmalarından münezzehtir, pek büyüktür, üstündür.
Ayet: 64 #
{أَمَّنْ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَمَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (64)}.
64- (Onlar mı hayırlıdır) yoksa varlıkları ilkin yaratan sonra da onları (ölümden sonra) diriltecek olan, gökten ve yerden de size rızık veren mi? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var? De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız haydi delilinizi getirin.”
#
{64} أي: من هو الذي يبدأُ الخَلْقَ وينشئ المخلوقاتِ ويبتدي خلقَها ثم يعيدُ الخَلْقَ يوم البعث والنشور؟! {ومن يرزقُكم من السماء والأرض} بالمطر والنبات؟! {أإلهٌ مع الله}: يفعلُ ذلك ويقدر عليه، {قل هاتوا برهانكم}؛ أي: حجَّتكم ودليلكم على ما قلتم: {إن كنتُم صادقين} وإلاَّ؛ فبتقدير أنَّكم تقولون: إنَّ الأصنام لها مشاركة له في شيء من ذلك؛ فذلك مجرَّد دعوى صَدِّقُوهَا بالبرهان، وإلاَّ؛ فاعرفوا أنَّكم مبطلون لا حجَّة لكم، فارجِعوا إلى الأدلَّة اليقينيَّة والبراهين القطعيَّة الدالَّة على أنَّ الله هو المتفرِّد بجميع التصرُّفات وأنَّه المستحقُّ أن يُصْرَفَ له جميع أنواع العبادات.
64. İlkin yaratmayı başlatan, bütün yaratıkları yoktan var eden ve bunları ta baştan beri yaratan, sonra da öldükten sonra diriliş gününde tekrar var edecek olan kimdir? Gökten ve yerden yağmur ve bitkilerle sizi kim rızıklandırmaktadır? O halde “Allah ile birlikte” bunları yapan ve bunlara güç yetirebilen “başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi” söylediklerinize dair “delilinizi” belgenizi “getirin.” Eğer sizler, putların bu hususların birisinde dahi olsun O’na ortak olduklarını söylemekte iseniz bu, herhangi bir delile dayalı olmayan bir iddiadan ibarettir. O nedenle delil getirip bunun doğruluğunu ispatlayın. Aksi takdirde bu konuda delilinizin olmadığını ve batıl bir iddiada bulunan kimseler olduğunuzu bilin. Tek başına bütün tasarruflarda bulunan ve bütün ibadet çeşitlerinin yalnızca kendisine yapılmasını hak edenin, Yüce Allah olduğuna dair kat’i delillere ve doğru olan belgelere dönerek onların gösterdiği gerçeği kabul edin.
Ayet: 65 - 69 #
{قُلْ لَا يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَيْبَ إِلَّا اللَّهُ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ (65) بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْآخِرَةِ بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِنْهَا بَلْ هُمْ مِنْهَا عَمُونَ (66) وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَإِذَا كُنَّا تُرَابًا وَآبَاؤُنَا أَئِنَّا لَمُخْرَجُونَ (67) لَقَدْ وُعِدْنَا هَذَا نَحْنُ وَآبَاؤُنَا مِنْ قَبْلُ إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (68) قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ (69)] }.
65- De ki: “Göklerde ve yerde olan hiç kimse gaybı bilemez, onu ancak Allah bilir. Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” 66- Doğrusu onların âhiret hakkındaki bilgileri zayıftır. Dahası onlar âhiretten yana şüphe içindedirler. Hatta onlar ona karşı kördürler. 67- Kâfirler dediler ki: “Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra mı, evet biz (bu haldeyken) mi (diriltilip kabirden) çıkartılacağız?!” 68- “Andolsun ki bu tehdit, hem bize hem de daha önce atalarımıza yapılmıştı (Ama biz böyle bir şey görmedik). Bu, eskilerin efsanlerinden başka bir şey değil!” 69- De ki: “Yeryüzünde gezin de günahkârların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın!”
#
{65} يخبر تعالى أنه المنفردُ بعلم غيب السماواتِ والأرض؛ كقوله تعالى: {وعنده مفاتِحُ الغيبِ لا يَعْلَمُها إلاَّ هو ويَعْلَمُ ما في البرِّ والبحرِ وما تسقُطُ من ورقةٍ إلاَّ يعلمُها ولا حبَّةٍ في ظلمات الأرضِ ولا رطبٍ ولا يابس إلاَّ في كتابٍ مبين}، وكقوله: {إنَّ الله عندَه علمُ الساعةِ وينزِّلُ الغيثَ ويعلم ما في الأرحام ... } إلى آخر السورة؛ فهذه الغيوب ونحوها اختصَّ الله بعلمِها، فلم يعلَمْها مَلَكٌ مقرَّب ولا نبيٌّ مرسلٌ، وإذا كان هو المنفردُ بعلم ذلك، والمحيط علمه بالسرائر والبواطن والخفايا؛ فهو الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له. ثم أخبر تعالى عن ضَعْفِ علم المكذِّبين بالآخرة، منتقلاً من شيء إلى ما هو أبلغ منه، فقال: {وما يشعُرونَ}؛ أي: وما يدرون {أيانَ يُبْعَثونَ}؛ أي: متى البعث والنشور والقيام من القبور؛ أي: فلذلك لم يستعدوا.
65. Yüce Allah, göklerin ve yerin gaybını tek başına kendisinin bildiğini haber vermektedir. Nitekim Yüce Allah’ın şu buyrukları da bunu ifade etmektedir: “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Bir yaprak düşmeyegörsün mutlaka O onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane (bile olsa) onu bilir; yaş ve kuru müstesnâ olmamak üzere hepsi apaçık bir Kitaptadır.” (el-En’am, 6/59); “Kıyametin bilgisi muhakkak Allah’ın nezdindedir. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez. Muhakkak Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 31/34) İşte bu ve diğer tüm gaybi hususların bilgisi Allah’a mahsustur. Bunları ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir nebi bilir. Bunları tek başına O bildiğine, bilgisiyle bütün sırları, bütün gizli saklıları kuşattığına göre ibadet de yalnızca O’na yapılmalıdır. aha sonra Yüce Allah, âhireti yalanlayanların bilgilerinin ne kadar kıt olduğunu haber vermekte ve bu hususta bir noktadan, daha da açık olan bir başka noktaya geçerek şöyle buyurmaktadır: “Onlar, ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” Yani öldükten sonra dirilişin, kabirlerden kalkışın ne zaman olacağını da bilmezler. Bundan dolayı bu diriliş için gerekli hazırlıkları yapmıyorlar.
#
{66} {بل ادَّارَكَ علمُهم في الآخرة}؛ أي: بل ضَعُفَ وقلَّ ولم يكن يقيناً ولا علماً واصلاً إلى القلب، وهذا أقلُّ وأدنى درجة للعلم، ضعفه ووهاؤه، بل ليس عندهم علمٌ ولا ضعيفٌ، وإنما {هم في شكٍّ منها}؛ أي: من الآخرة، والشكُّ زال به العلم؛ لأنَّ العلم بجميع مراتبه لا يُجامِعُ الشكَّ. {بل هم منها}؛ أي: من الآخرة {عَمونَ}: قد عَمِيَتْ عنها بصائِرُهم، ولم يكنْ في قلوبهم من وقوعها، ولا احتمالٌ، بل أنكروها واستبعَدوها.
66. “Doğrusu onların âhiret hakkındaki bilgileri zayıftır.” Onların âhirete dair bilgileri yakîn/kesin değildir. Kalbe ulaşan bir bilgi de değildir. İlmin en az ve en asgari derecesi ise zayıf ve güçsüz olmasıdır. Ama onların ne güçlü, ne zayıf bir bilgileri dahi yoktur. Zira “onlar âhiretten yana şüphe içindedirler.” Şüphe ise ilmi ortadan kaldırır. Çünkü ilmin hiçbir mertebesi, şüphe ile bir arada bulunmaz. “Hatta onlar ona” âhirete “karşı kördürler.” Basiretleri âhirete karşı körelmiştir. Kalplerinde âhiretin vukuuna dair ne bir bilgi, ne de bir ihtimale yer vardır. Aksine onlar, âhireti inkâr etmiş ve uzak bir ihtimal olarak kabul etmişlerdir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{67} ولهذا قال: {وقال الذين كفروا أإذا كُنَّا تراباً وآباؤنا أإنَّا لَمُخْرَجونَ}؛ أي: هذا بعيدٌ غير ممكن؛ قاسوا قدرة كامل القدرة بقُدَرِهِم الضعيفة.
67. “Kâfirler dediler ki: Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra mı, evet biz (bu haldeyken) mi (diriltilip kabirden) çıkartılacağız?!” Yani bu, imkânsız bir şeydir, çok uzak bir ihtimaldir. Onlar, kudreti kamil olanın kudretini, kendilerinin oldukça zayıf kudretlerine kıyas ederek bu sonuca varmışlardı.
#
{68} {لقد وُعِدْنا هذا}؛ أي: البعث {نحنُ وآباؤنا من قبلُ}؛ أي: فلم يجئنا ولا رأينا منه شيئاً. {إنْ هذا إلاَّ أساطيرُ الأولينَ}؛ أي: قَصصهم وأخبارهم التي تُقطع بها الأوقات، وليس لها أصل، ولا صِدْقَ فيها. فانتقل في الإخبار عن أحوال المكذِّبين بالإخبار أنَّهم لا يدرونَ متى وقتُ الآخرة، ثم الإخبار بضَعْفِ علمِهِم فيها، ثم الإخبار بأنَّه شكٌّ، ثم الإخبار بأنه عمىً، ثم الإخبار بإنكارِهم لذلك واستبعادِهم وقوعَه؛ أي: وبسبب هذه الأحوال؛ تَرَحَّلَ خوفُ الآخرة من قلوبهم، فأقدموا على معاصي الله، وسَهُلَ عليهم تكذيب الحقِّ والتصديق بالباطل، واستحلُّوا الشهواتِ على القيام بالعبادات، فخسروا دُنياهم وأخراهم.
68. “Andolsun ki bu tehdit” yani öldükten sonra diriliş “hem bize hem de daha önce atalarımıza yapılmıştı.” Ancak başımıza böyle bir şey gelmedi ve buna dair bir örnek de görmedik. “Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değil!” Bunlar, kendileriyle oyalanılan, vakit geçirilen, aslı-astarı olmayan, doğru olma ihtimali de bulunmayan geçmişlere ait haberler ve hikayelerdir. u buyruklarla Allah, yalanlayanların hallerine dair verdiği haberlerde önce onların, âhiretin ne zaman gerçekleşeceğini bilemediklerini, daha sonra onların âhiret hakkındaki bilgilerinin zayıf olduğunu, daha sonra bu bilgilerinin şüpheden ibaret olduğunu, daha sonra ise onların bu hususta kör ve basiretsiz olduklarını, en sonda da onların âhireti büsbütün inkâr ederek bunun gerçekleşmesinin çok uzak bir ihtimal olduğunu ileri sürdüklerini haber vermektedir. Yani bu sebeplerden ötürü kalplerinden âhiret korkusu çıkıp gitmiştir. Bundan dolayı da Allah’a isyanı gerektiren işleri yapmaya kalkışmışlar, kolaylıkla hakkı yalanlamış, batılı tasdik etmişlerdir. Arzu ve isteklerini yerine getirmeyi ibadetleri ifa etmeye tercih etmişler, bunun sonucunda da dünya ve âhiretlerini kaybetmişlerdir.
#
{69} ثمَّ نبَّههم على صدق ما أخبرت به الرسل، فقال: {قل سيروا في الأرض فانْظُروا كيف كانَ عاقبةُ المجرمينَ}؛ فلا تجدون مجرماً قد استمرَّ على إجرامه إلاَّ وعاقبتُه شرُّ عاقبة، وقد أحلَّ الله به من الشرِّ والعقوبة ما يَليق بحاله.
69. Daha sonra Yüce Allah, Peygamberlerin verdikleri haberlerin doğruluğuna dikkatleri çekerek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Yeryüzünde gezin de günahkârların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın!” Siz, isyanlarını sürdürdüğü halde âkıbeti pek feci olmayan tek bir günahkâr kavim bulamayacaksınız. Zira Allah onları hallerine uygun bir şekilde felaketlere ve cezalara çarptırmıştır.
Ayet: 70 - 72 #
{وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُنْ فِي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ (70) وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (71) قُلْ عَسَى أَنْ يَكُونَ رَدِفَ لَكُمْ بَعْضُ الَّذِي تَسْتَعْجِلُونَ (72)}
70- Onlar için üzülme ve kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da endişe etme! 71- Diyorlar ki: “Eğer doğru söylüyorsanız bu (azap) tehdidi ne zaman?” 72- De ki: (Ne biliyorsunuz) belki de o acele ettiğiniz (azabın) bir kısmı, hemen ardınızdadır.”
#
{70} أي: لا تحزنْ يا محمدُ على هؤلاء المكذِّبين وعدم إيمانهم؛ فإنَّك لو علمتَ ما فيهم من الشرِّ وأنَّهم لا يَصْلُحون للخير؛ لم تأسَ ولم تحزنْ، ولا يضيق صدرك ولا تقلق نفسك بمكرِهِم؛ فإنَّ مكرَهم سيعود عاقبته عليهم، {ويمكُرون ويَمْكُرُ اللهُ والله خيرُ الماكرينَ}.
70. Yani şu yalanlayanların haline ve onların iman etmeyişlerine kederlenme, ey Muhammed! Çünkü sen onların kötü olduklarını, hayra elverişli olmadıklarını bilseydin, üzülmezdin. Diğer taraftan kurdukları hile ve tuzaklar dolayısıyla tedirgin de olma, kalbine bir darlık da gelmesin. Çünkü onların kurdukları tuzaklar, sonunda başlarına geçecektir: “Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bunun karşılığında kendilerine tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.” (el-Enfâl, 8/30)
#
{71} ويقولُ المكذِّبون بالمَعاد وبالحقِّ الذي جاء به الرسولُ مستعجلينَ للعذاب: {متى هذا الوعدُ إن كنتُم صادقينَ}: وهذا من سفاهة رأيِهِم وجهلِهِم؛ فإنَّ وقوعَه ووقتَه قد أجَّله الله بأجَلِهِ وقَدَّرَه بقدرٍ؛ فلا يدلُّ عدم استعجاله على بعض مطلوبهم، ولكن مع هذا قال تعالى محذِّراً لهم وقوعَ ما يستعجِلون:
71. Öldükten sonra dirilişi ve Yüce Rasûlün getirdiği hakkı yalanlayan kimseler, azabın çabucak gelmesini isteyerek: “Eğer doğru söylüyorsanız bu (azap) tehdidi ne zaman” gerçekleşecek? derler. Oysa bu, kıt akıllılıklarından ve cahilliklerinden ötürüdür. Çünkü bu azabın gerçekleşmesi ve zamanı, Yüce Allah tarafından tayin edilmiş ve onun kaderi ile takdir edilmiştir. O’nun bu azabı çabuk getirmemesi, onların bu sözlerle gözettikleri maksadın kısmen dahi doğruluğuna delil teşkil etmez. Bununla birlikte Yüce Allah onların çabucak gelmesini istedikleri bu azaptan onları sakındırmak üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{72} {قل عسى أن يكونَ رَدِفَ لكم}؛ أي: قرب منكم وأوشك أن يقعَ بكم {بعضُ الذي تستعجِلونَ}: من العذاب.
72. “De ki: “(Ne biliyorsunuz) belki de o acele ettiğiniz (azabın) bir kısmı, hemen ardınızdadır.” Size çok yakındır ve başınıza gelmesi iyice yakınlaşmıştır.
Ayet: 73 - 75 #
{وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ (73) وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ (74) وَمَا مِنْ غَائِبَةٍ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (75)}
73- Şüphesiz Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler. 74- Şüphesiz Rabbin, hem göğüslerinin gizlediklerini hem de açığa vurduklarını elbette bilir. 75- Gökte ve yerde gizli olan her bir şey, mutlaka apaçık bir Kitaptadır.
#
{73} ينبِّه عباده على سَعَةِ جوده وكَثْرَةِ أفضاله، ويحثُّهم على شكرِها، ومع هذا؛ فأكثر الناس قد أعرضوا عن الشكر، واشتغلوا بالنعم عن المنعم.
73. Yüce Allah, cömertliğinin genişliğine, lütuflarının çokluğuna kullarının dikkatini çekmekte ve bunlara karşı şükretmeye onları teşvik etmektedir. Bununla birlikte insanların çoğu şükretmekten yüz çevirmiş ve nimetlerle meşgul olup o nimetleri kendilerine ihsan edeni unutmuşlardır.
#
{74} {وإنَّ ربَّك لَيعلمُ ما تُكِنُّ}؛ أي: تنطوي عليه {صدورُهم وما يُعْلِنون}: فليحذروا من عالم السَّرائر والظَّواهر وليراقبوه.
74. “Şüphesiz Rabbin, hem göğüslerinin gizlediklerini” içinde sakladıklarını “hem de açığa vurduklarını elbette bilir.” O bakımdan gizlilikleri de açığa vurulanları da bilenden sakınsınlar ve O’nun gözetimi altında olduklarını bilsinler.
#
{75} {وما من غائبةٍ في السماء والأرض}؛ أي: خفيَّةٍ وسرٍّ من أسرار العالم العلويِّ والسفليِّ {إلاَّ في كتابٍ مبينٍ}: قد أحاط ذلك الكتابُ بجميع ما كان ويكون إلى أن تقومَ الساعةُ؛ فكل حادث يحدث جليٍّ أو خفيٍّ؛ إلاَّ وهو مطابقٌ لما كتب في اللوح المحفوظ.
75. “Gökte ve yerde gizli olan her bir şey” hem ulvi hem süfli âlemin gizli-saklı her bir şeyi “mutlaka apaçık bir Kitaptadır.” Bu Kitap, olmuş ve Kıyametin kopacağı ana kadar olacak her şeyi ihtiva etmektedir. Gizli ya da açık meydana gelen her bir şey mutlaka Levh-i Mahfuzda yazılana uygun olarak meydana gelir.
Ayet: 76 - 77 #
{إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ يَقُصُّ عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَكْثَرَ الَّذِي هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (76) وَإِنَّهُ لَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ (77)}
76- Gerçekten bu Kur’ân, İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır. 77- Şüphesiz o, mü’minler için bir hidâyet rehberi ve rahmettir.
#
{76} وهذا خبر عن هيمنةِ القرآن على الكتبِ السابقةِ وتفصيله وتوضيحه لما كان فيها قد وقع فيه اشتباهٌ واختلافٌ عند بني إسرائيل، فقصَّه هذا القرآن قصًّا زال به الإشكال، وبيَّن الصوابَ من المسائل المختلَف فيها.
76. Bu buyruk, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisinden önce indirilmiş kitaplar hakkında hüküm verme konumunda olduğunu, bu kitaplar hususunda İsrailoğulları arasındaki görüş ayrılıklarına ve şüphelere dair geniş açıklamalar getirdiğini haber vermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in anlattıkları sayesinde bu konuda içinden çıkılmaz olan hususlar ortadan kalkmış, hakkında anlaşmazlığa düşülen meselelerle ilgili doğrunun ne olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Bu kitap, bu kadar üstün ve bu derece açık olduğuna, her türlü anlaşmazlığı ortadan kaldırıp anlaşılamayan her bir hususu açıkladığına göre o, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük nimetidir, demektir. Ancak herkes, bu nimete şükürle karşılık vermemektedir. Ondan dolayı Yüce Allah, bu Kitabın faydasının, nur ve hidâyetinin mü’minlere has olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır:
#
{77} وإذا كان بهذه المثابة من الجلالة والوضوح وإزالةِ كلِّ خلافٍ وفَصْل كلِّ مشكل؛ كان أعظم نعم الله على العباد، ولكن ما كل أحدٍ يقابِلُ النعمةَ بالشُّكر، ولهذا بيَّن أن نفعه ونورَه وهُداه مختصٌ بالمؤمنين، فقال: {وإنَّه لهدى}: من الضلالة والغيِّ والشبه، {ورحمةٌ}: تنثلج له صدورُهم وتستقيمُ به أمورهم الدينيَّة والدنيويَّة، {للمؤمنين}: به المصدِّقين له المتلقِّين له بالقبول المقبِلين على تدبُّره المتفكِّرين في معانيه؛ فهؤلاء تحصُلُ لهم به الهدايةُ إلى الصراط المستقيم والرحمة المتضمِّنة للسعادةِ والفوزِ والفلاح.
77. “Şüphesiz o” kendisine inanan, onu tasdik eden, onu kabul ile karşılayan, onun üzerinde iyiden iyiye düşünen ve manaları üzerinde tefekkür eden “mü’minler için” sapıklıktan, azgınlıktan ve şüphelerden uzaklaştırıp doğru yolu gösteren “bir hidâyet rehberi ve” kalplerini şifaya kavuşturan, dini ve dünyevi işlerini doğrultan “rahmettir.” İşte bu kimseler, bu Kitap ile dosdoğru yola ulaşırlar, mutluluğu, kurtuluşu, umduklarına nail olmayı ihtiva eden rahmete kavuşurlar.
Ayet: 78 #
{إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ بِحُكْمِهِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ (78)}
78- Şüphesiz Rabbin aralarında hükmünü verecektir. O, Azizdir, her şeyi bilendir.
#
{78} أي: إنَّ الله تعالى سيفصِلُ بين المختصمين وسيحكُم بين المختلفين بحكمِهِ العدل وقضائِهِ القسط؛ فالأمور؛ وإنْ حَصَلَ فيها اشتباهٌ في الدُّنيا بين المختلفين لخفاء الدليل أو لبعض المقاصد؛ فإنَّه سيبين فيها الحقُّ المطابقُ للواقع حين يحكُمُ الله فيها. {وهو العزيزُ}: الذي قهر الخلائق فأذعنوا له. {العليم}: بجميع الأشياء، العليم بأقوال المختلفين، وعن ماذا صدرت، وعن غاياتها ومقاصدها، وسيجازي كلًّا بما علمه فيه.
78. Yani Yüce Allah, birbirleriyle anlaşmazlık içerisinde bulunanlar, ihtilafa düşenler arasında adaletli hükmüyle ve hak sahibine hakkı veren yargısı ile hükmünü verecek, haklıyı haksızdan ayırt edecektir. ünyada anlaşmazlığa düşenler arasında delilin açıkça görülememesi ve birtakım maksatlar sebebiyle bazı hususlarda tereddüt söz konusu olsa dahi bu hususlara dair vakıaya uygun hakkın ne olduğu, Cenab-ı Allah haklarında hüküm vereceği vakitte açıkça ortaya çıkacaktır. “O, Azizdir” Bütün yaratılmışları emrine boyun eğdiren ve bu sebepten de yaratılmışların kendisine itaat ettiği yüce zattır. “Her şeyi bilendir.” Yani anlaşmazlığa düşenlerin sözlerini, bu anlaşmazlığın sebebini, gaye ve maksadını çok iyi bildiği gibi herkesi de hakkındaki bilgisine göre cezalandıracak, karşılığını verecektir.
Ayet: 79 - 81 #
{فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُبِينِ (79) إِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتَى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاءَ إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ (80) وَمَا أَنْتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْ إِنْ تُسْمِعُ إِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ (81)}.
79- O halde sen Allah’a tevekkül et. Çünkü sen apaçık hak üzeresin. 80- Sen, ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp gittiklerinde sağırlara da daveti işittiremezsin. 81- Sen körleri de sapıklıklarından kurtarıp doğru yola erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize iman edip de teslim/müslüman olanlara (davetini) duyurabilirsin.
#
{79} أي: اعتمدْ على ربِّك في جلب المصالح ودفع المضارِّ وفي تبليغ الرسالة وإقامة الدين وجهاد الأعداء. {إنَّك على الحقِّ المُبين}: الواضح، والذي على الحقِّ يدعو إليه ويقوم بنصرته أحقُّ من غيرِهِ بالتوكُّل؛ فإنَّه يسعى في أمر مجزوم به، معلوم صدقه، لا شكَّ فيه ولامِرْيَةَ، وأيضاً؛ فهو حقٌّ في غاية البيان، لا خفاء به ولا اشتباه.
79. Yani menfaatlerin elde edilmesi, zararların defedilmesi, risaletin tebliğ edilip dinin dimdik ayakta tutulması ve düşmanlara karşı cihad edilmesi hususlarında Rabbine güvenip dayan. “Çünkü sen apaçık hak üzeresin.” Hak üzere olan kimse ise hakka çağırır. Onun zaferi için çalışır. Böyle bir kimsenin başkalarına göre daha çok Allah’a tevekkül etmesi gerekir. Çünkü o; kararlı, doğruluğu bilinen, hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı bir işi gerçekleştirme uğrunda çalışır, didinir. ynı şekilde onun sahip olduğu hak son derece açıktır. Üstü kapalı bir tarafı yoktur, hakkında şüpheyi gerektirecek bir yanı bulunmamaktadır. en görevini yerine getirip bu hususta Allah’a gereği gibi tevekkül edecek olursan, sapıtanların sapıklığının sana zararı olmaz. Onları hidâyete iletmek de senin görevin değildir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{80} وإذا قمتَ بما حملت وتوكلَّت على الله في ذلك؛ فلا يضرُّك ضلالُ مَن ضلَّ وليس عليك هداهم؛ فلهذا قال: {إنَّك لا تُسْمِعُ الموتى ولا تُسْمِعُ الصمَّ الدُّعاء}؛ أي: حين تدعوهم وتناديهم، وخصوصاً: {إذا وَلَّوْا مُدْبِرينَ}: فإنه يكون أبلغَ في عدم إسماعهم.
80. Yani onları davet edip de onlara seslendiğinde seini duyuramazsın. Özellikle de “arkalarını dönüp gittiklerinde” Çünkü arkalarını dönüp gittikleri vakit hiç mi hiç işitmezler.
#
{81} {وما أنت بهادي العُمْي عن ضلالتهم}: كما قال تعالى: {إنَّك لا تَهْدي مَنْ أحببتَ ولكنَّ الله يَهْدي مَن يشاءُ}. {إن تُسْمِعُ إلاَّ مَن يؤمنُ بآياتنا فهم مسلمونَ}؛ أي: هؤلاء الذين ينقادون لك، الذين يؤمنون بآيات الله وينقادون لها بأعمالهم واستسلامهم؛ كما قال تعالى: {إنَّما يستجيبُ الذين يسمعونَ. والموتى يبعثُهُم اللهُ ثم إليه يُرْجَعون}.
81. “Sen körleri de sapıklıklarından kurtarıp doğru yola erdiremezsin” buyruğu Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidâyet verir.” (el-Kasas, 28/56) “Sen ancak âyetlerimize iman edip de teslim/müslüman olanlara (davetini) duyurabilirsin.” İşte bunlardır sana itaat edecekler. Bunlar, Allah’ın âyetlerine iman edenler, amelleriyle ve teslimiyetleriyle bunlara itaat edenlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ancak dinleyenler kabul ederler. Ölüleri ise Allah diriltecektir, sonra yalnız O’na döndürüleceklerdir.” (el-En’âm, 6/36)
Ayet: 82 #
{وَإِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ أَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِنَ الْأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِآيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ (82)}
82- (Azap) sözü aleyhlerinde hak olu(p kıyamet yakaşı)nca biz onlara yerden bir dâbbe çıkartırız. O da onlara insanların âyetlerimize iman etmediklerini söyler.
#
{82} أي: إذا وقع على الناس {القولُ} الذي حَتَّمهُ الله وفرضَ وقته؛ {أخرجنا لهم دابَّةً} خارجةً {من الأرض}، أو دابةً من دوابِّ الأرض، ليست من السماء، وهذه الدابَّة {تكلِّمهم}؛ أي: تكلِّم العباد {أنَّ الناس كانوا بآياتنا لا يوقنون}؛ أي: لأجل أنَّ الناس ضَعُفَ علمهم ويقينهم بآيات الله؛ فإظهار الله هذه الدابة من آياتِ الله العجيبة؛ ليبيِّن للناس ما كانوا فيه يمترون. وهذه الدابَّة المشهورة التي تخرج في آخر الزمان، وتكون من أشراط الساعة؛ كما تكاثرت بذلك الأحاديث ، [لم يذكر الله ورسوله كيفيَّة هذه الدابة، وإنَّما ذكر أثرها والمقصود منها، وأنَّها من آيات الله؛ تكلِّم الناسَ كلاماً خارقاً للعادة حين يقعُ القول على الناس وحين يمترونَ بآياتِ الله، فتكون حجَّة وبرهاناً للمؤمنين، وحجَّة على المعاندين].
82. Yani Yüce Allah’ın kesin olarak tespit ettiği ve vaktini belirlediği o sözün insanlar hakkında gerçekleşeceği vakitte “biz onlara yerden bir dâbbe çıkartırız.” Yahut da bu semadan olmayan, yeryüzü canlılarından bir dâbbe/canlı olacaktır. Bu dâbbe “onlara” yani kullara “insanların âyetlerimize iman etmediklerini söyler.” Onlarla bu şekilde konuşur. Yani insanların ilimleri ve Allah’ın âyetlerine dair yakînleri zayıfladığından dolayı Yüce Allah’ın böyle bir dâbbeyi ortaya çıkartması, insanlara hakkında şüpheye düştükleri hususu açıkça göstermek üzere Allah’ın hayret verici âyetlerinden birisi olacaktır. u dâbbe âhir zamanda Kıyamet alâmetlerinden birisi olarak ortaya çıkacağı bildirilen meşhur dâbbedir (dâbbetu’l-arz). Nitekim bu hususta pek çok hadis vardır. ncak Allah ve Rasûlü, bu dâbbenin keyfiyetini söz konusu etmemişlerdir. Sadece onun etkisi ve ondan gözetilen maksattan söz etmişler ve onun, Allah’ın âyetlerinden bir âyet olarak insanlar hakkında sözün gerçekleşme vakti geldiği ve insanların Allah’ın âyetleri hakkında tereddüde düştükleri bir vakitte olağanüstü bir olay olarak ortaya çıkıp insanlarla konuşacağını bildirmişlerdir. Böylelikle o, mü’minler lehine bir delil ve belge, inat eden kafirlere karşı da aleyhte bir delil ve belge olacaktır.
Ayet: 83 - 85 #
{وَيَوْمَ نَحْشُرُ مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ فَوْجًا مِمَّنْ يُكَذِّبُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ يُوزَعُونَ (83) حَتَّى إِذَا جَاءُوا قَالَ أَكَذَّبْتُمْ بِآيَاتِي وَلَمْ تُحِيطُوا بِهَا عِلْمًا أَمَّاذَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (84) وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ بِمَا ظَلَمُوا فَهُمْ لَا يَنْطِقُونَ (85)}.
83- O gün her ümmetten ayetlerimizi yalanlayan bir topluluğu haşrediriz de onlar bir araya toplanıp beraberce (hesap yerine) sevkedilirler. 84- Nihâyet (hesap yerine) geldiklerinde (Allah) buyurur ki: “Benim âyetlerimi iyice anlayıp dinlemeden yalanladınız, öyle mi? Yoksa yaptığınız neydi?” 85- Zulmetmeleri sebebiyle (azap) sözü aleyhlerinde hak olmuştur. O nedenle konuşamazlar.
#
{83} يخبر تعالى عن حالة المكذِّبين في موقف القيامة، وأنَّ الله يجمَعُهم ويحشُرُ من كلِّ أمةٍ من الأمم فوجاً وطائفةً، {مِمَّن يكذِّبُ بآياتِنا فهم يُوزَعون}: يُجْمَعُ أوَّلُهم على آخرهم، وآخرهم على أولهم؛ ليعمَّهم السؤال والتوبيخ واللوم.
83. Allah, yalanlayıcıların Kıyamet günü mahşer meydanındaki halini bize haber vermektedir. Şöyle ki Yüce Allah, “her ümmetten ayetlerimizi yalanlayan bir topluluğu” bir araya getirip toplayacaktır. Sorgulama, azar ve kınamanın hepsini kapsaması için de öncekileri de sonrakileri de hep bir araya getirilecektir.
#
{84} {حتى إذا جاؤوا}: وحضروا؛ قال لهم موبِّخاً ومقرِّعاً: {أكذَّبْتُم بآياتي ولم تحيطوا بها علماً}؛ أي: الواجب عليكم التوقف حتى ينكشف لكم الحقُّ، وأن لا تتكلَّموا إلا بعلم؛ فكيف كذبتم بأمر لم تحيطوا به علماً. {أم ماذا كنتم تعملونَ}؛ أي: يسألهم عن علمهم وعن عملهم، فيجد علمهم تكذيباً بالحق وعَمَلَهم لغير الله، أو على غير سنة رسولهم.
84. “Nihâyet geldiklerinde” ilahi huzura varacakları vakit Allah onları azarlayan bir üslupla onlara “buyurur ki: “Benim âyetlerimi iyice anlayıp dinlemeden yalanladınız, öyle mi?” Halbuki bu durumda sizin yapmanız gereken sizin için hak, açıklık kazanıncaya kadar durup beklemek ve ilme dayalı olmaksızın hiçbir şey söylememekti. eki, bilgisini kuşatamadığınız bir hususu nasıl yalanlayabildiniz? “Yoksa yaptığınız neydi?” Yani Yüce Allah, onlara ilimleri ve amelleri hakkında soru soracaktır. Böylece onların ilimlerinin hakkı yalanlamaktan ibaret olduğu, amellerinin de Allah’tan başkası için yapılmış şeyler yahut da rasûllerinin sünnetine aykırı olduğu ortaya çıkacaktır.
#
{85} {ووقع القول عليهم بما ظلموا}؛ أي: حقت عليهم كلمة العذاب بسبب ظلمهم الذي استمرُّوا عليه وتوجهت عليهم الحجة، {فهم لا ينطِقونَ}: لأنه لا حجة لهم.
85. “Zulmetmeleri sebebiyle (azap) sözü aleyhlerinde hak olmuştur.” Sürekli işledikleri zulümlerinden ötürü aleyhlerine azap sözü gerçekleşmiş ve onlara karşı bağlayıcı delil ortaya konmuş olacaktır. “O nedenle konuşamazlar.” Çünkü ellerinde lehlerine hiçbir delil bulunmayacaktır.
Ayet: 86 #
{أَلَمْ يَرَوْا أَنَّا جَعَلْنَا اللَّيْلَ لِيَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (86)}.
86- Bizim geceyi, içerisinde dinlensinler diye (karanlık), gündüzü de (işlerini görsünler diye) aydınlık kıldığımızı görmediler mi? Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için deliller vardır.
#
{86} أي: ألم يشاهِدوا هذه الآية العظيمة والنعمةَ الجسيمةَ، وهو تسخيرُ الله لهم الليل والنهار، هذا بظلمتِهِ لِيَسْكُنوا فيه ويستريحوا من التعب ويستعدُّوا للعمل، وهذا بضيائه لينتَشِروا فيه في معاشهم وتصرُّفاتهم. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يؤمنونَ}: على كمالِ وحدانيَّة الله وسبوغ نعمتِهِ.
86. Yani onlar şu çok büyük delili ve pek muazzam nimeti görmüyorlar mı? Bu, Yüce Allah’ın onlara gece ve gündüzü amade kılmasıdır. ece karanlığında çalışmayı bırakıp yorgunluklarından dinlensinler ve ertesi gün çalışmaya hazırlansınlar diye geceyi yaratmıştır. Gündüzün aydınlık kılınması da geçimlerini sağlamak ve işlerini görmek maksadıyla etrafa dağılsınlar diyedir. “Şüphesiz bunda” Allah’ın vahdâniyetinin kemaline, nimetlerinin dört bir yandan kendilerini kuşatmış olduğuna dair “iman eden bir toplum için deliller vardır.”
Ayet: 87 - 90 #
{وَيَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ فَفَزِعَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَنْ شَاءَ اللَّهُ وَكُلٌّ أَتَوْهُ دَاخِرِينَ (87) وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ صُنْعَ اللَّهِ الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ إِنَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَفْعَلُونَ (88) مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَا وَهُمْ مِنْ فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ (89) وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (90)}.
87- O gün Sûra üfürülecek ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerde olanlar da yerde olanlar da dehşete kapılacaklardır. Hepsi de O’nun huzuruna zelil olarak geleceklerdir. 88- Sen dağları görürsün de onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçip gitmesi gibi giderler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yaratmasıdır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan haberdardır. 89- Kim iyilikle gelirse ona ondan daha iyisi vardır. Hem onlar, o günün dehşetinden yana güven içinde olacaklardır. 90- Kim de kötülükle gelirse yüzleri üzere (süründürülerek) ateşe atılırlar. (Onlara şöyle denir:) (Ne sandınız?) İşlediklerinizden başka bir karşılık mı görecektiniz?”
#
{87} يخوِّفُ تعالى عبادَه ما أمامهم من يوم القيامة وما فيه من المحنِ والكروبِ ومزعجات القلوب، فقال: {ويوم يُنفَخُ في الصور فَفَزِغَ}: بسبب النفخ فيه {مَن في السمواتِ ومن في الأرض}؛ أي: انزعجوا وارتاعوا وماج بعضُهم ببعضٍ خوفاً مما هو مقدِّمة له {إلاَّ مَن شاء الله}: ممَّن أكرمه الله وثبَّته وحَفِظَه من الفزع. {وكلٌّ} من الخلق عند النفخ في الصور {أتَوْه داخِرينَ}: صاغِرين ذليلينَ؛ كما قال تعالى: {إن كلُّ مَن في السمواتِ والأرضِ إلاَّ آتي الرحمن عبداً}. ففي ذلك اليوم يتساوى الرؤساءُ والمرؤوسون في الذُّلِّ والخضوع لمالك الملك.
87. Allah kullarını ileride karşılaşacakları Kıyamet günü, o gündeki türlü sıkıntılar ve kalpleri dehşete düşüren haller ile uyararak şöyle buyurmaktadır: “O gün Sûra üfürülecek ve Allah’ın dilediği kimseler dışında” Allah’ın kendilerine lütufta bulunup da sebat vereceği, korku ve dehşetten yana koruyacağı “kimseler dışında” Sûra üfürülmüş olacağından ötürü “göklerde olanlar da yerde olanlar da dehşete kapılacaklardır.” Dehşetin etkisiyle ve daha sonra başlarına geleceklerin korkusuyla çalkalanırlar. “Hepsi de” Sûra üfürüldüğünde bütün yaratılmışlar “zelil olarak” boyun eğmiş bir halde “geleceklerdir.” Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahman’ın huzuruna ancak kul olarak gelecektir.” (Meryem, 19/93) İşte o gün bütün mülkün mutlak malikinin huzurunda zillet ve itaatle boyun eğecekler ve bu konuda yöneticiler de yönetilenler de birbirine eşit olacaktır.
#
{88} ومن هَوْلِهِ أنَّك {ترى الجبال تَحْسَبُها جامدةً}: لا تفقد شيئاً منها ، وتظنُّها باقية على الحال المعهودة، وهي قد بلغت منها الشدائدُ والأهوالُ كلَّ مبلغ، وقد تفتَّت، ثم تضمحلُّ وتكون هباءً منبثًّا، ولهذا قال: {وهي تَمُرُّ مَرَّ السحاب}: من خفَّتها وشدَّة ذلك الخوف، وذلك {صُنْعَ اللهِ الذي أتقنَ كلَّ شيءٍ إنه خبيرٌ بما [تفعلونَ] }: فيجازيكم بأعمالكم.
88. O günün büyük dehşetinden ötürü “sen dağları görürsün de onları hareketsiz sanırsın.” Bütün dağların olduğu gibi durduklarını ve alışılagelen hallerinde olduklarını sanırsın. Halbuki dağlar bile en ileri derecede dehşete ve korkuya kapılacak, paramparça olup dağılacak, sonra da büsbütün yok olacaklar ve etrafa saçıp savrulacaklar. Bundan dolayı Yüce Allah: “Halbuki onlar bulutların geçip gitmesi gibi giderler” diye buyurmaktadır. Hafifliklerinden ve bu aşırı derecedeki korkularından dolayı böyle olacaklardır. Bu ise “her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yaratması” olduğundan dolayıdır. “Şüphesiz O, yaptıklarınızdan haberdardır.” ve size amellerinizin karşılığını verecektir. Daha sonra Allah, amellere nasıl karşılık vereceğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{89} ثم بيَّن كيفيَّة جزائِهِ، فقال: {من جاء بالحسنةِ}: اسم جنس، يشملُ كلَّ حسنةٍ قوليةٍ أو فعليةٍ أو قلبيةٍ، [فله عشر أمثالها]: هذا أقلُّ التفضيل. {وهم من فزع يومئذٍ آمنونَ}؛ أي: من الأمر الذي فَزِعَ الخلقُ لأجله آمنون، وإنْ كانوا يفزعون معهم.
89. “Kim” ister sözlü, ister fiilî, ister kalbî hangi türden olursa olsun bir “iyilikle gelirse ona ondan daha iyisi vardır.” Yani onun on misli mükafat vardır ki bu da mükâfatın en asgari miktarıdır. “Hem onlar o günün dehşetinden yana güven içinde olacaklardır.” Yani her ne kadar onlarla birlikte korku ve dehşete kapılsalar da herkesin, kendisi sebebiyle dehşete kapıldıkları sebepten yana güvende olacaklardır.
#
{90} {ومن جاء بالسيِّئةِ}: اسم جنس يشمل كلَّ سيئةٍ، {فكُبَّتْ وجوهُهُم في النارِ}؛ أي: أُلقوا في النار على وجوههم، ويُقالُ لهم: {هل تُجْزَوْنَ إلاَّ ما كُنتُم تَعْمَلونَ}.
90. “Kim de kötülükle” ki bu bütün kötülükleri kapsar “gelirse yüzleri üzere (süründürülerek) ateşe atılırlar.” Yani yüz üstü ateşe dökülürler ve onlara: (Ne sandınız?) İşlediklerinizden başka bir karşılık mı görecektiniz?” denilir.
Ayet: 91 - 93 #
{إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (91) وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنْذِرِينَ (92) وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (93)}. .
91- (De ki:) “Ben ancak bu (Mekke’yi) saygın/dokunulmaz kılan ve her şey kendisine ait olan bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolundum. Yine bana müslümanlardan olmam emredildi. 92- Bir de Kur’ân’ı okumam.” Artık kim hidâyet bulursa o, ancak kendi yararına hidâyet bulmuş olur. Kim de saparsa sen de ki: “Ben, ancak bir uyarıcıyım.” 93- Ve de ki: “Hamdolsun Allah’a! O, size âyetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız.” Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir.
#
{91} أي: قل لهم يا محمدُ: {إنَّما أمرتُ أن أعْبُدَ ربَّ هذه البلدةِ}؛ أي: مكةَ المكرمةَ {الذي حرَّمها} وأنعم على أهلِها؛ فيجبُ أن يقابِلوا ذلك بالشكر والقبول، {وله كلُّ شيءٍ}: من العلويَّات والسفليَّات؛ أتى به لئلاَّ يُتَوَهَّم اختصاصُ ربوبيَّتِهِ بالبيت وحدَه. وأمِرْتُ لأن {أكونَ من المسلمينَ} ؛ أي: أبادر إلى الإسلام. وقد فعل - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّه أول هذه الأمة إسلاماً، وأعظمها استسلاماً.
91. Yani ey Muhammed, onlara de ki: “Ben ancak bu (Mekke’yi) saygın/dokunulmaz kılan” ve ahalisine nimetler verdiği için bunları şükür ve kabulle karşılamaları gereken “ve” Allah’ın rububiyetinin yalnızca Mekke’ye has olduğu zannedilmesin diye ister yüce şeyler, ister aşağı şeyler olsun var olan “her şey kendisine ait olan” ifadesi getirilerek rububiyetinin her şeyi kapsadığı belirtilmiştir; “bu beldenin” yani Mekke-i Mükerreme’nin “Rabbine ibadet etmekle emrolundum. Yine bana müslümanlardan olmam” İslâm’a girmekte elimi çabuk tutmam “emredildi.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu emri fiilen yerine getirmiştir. O, bu ümmetin arasında ilk müslüman olan kişidir ve ümmet arasında en büyük teslimiyetle kendisini Allah’a teslim etmiş olan kişidir.
#
{92} {و} أُمِرْتُ أيضاً {أنْ أتْلُوَ} عليكم {القرآنَ}: لِتَهْتَدوا به وتَقْتَدوا وتعلموا ألفاظَه ومعانِيَه؛ فهذا الذي عليَّ، وقد أدَّيته، {فَمَنِ اهْتَدى فإنَّما يهتدي لنفسِهِ}: نفعُهُ يعود عليه، وثمرتُهُ عائدةٌ إليه، {ومَن ضلَّ فقُل إنَّما أنا من المنذِرينَ}: وليس بيدي من الهداية شيءٌ.
92. “Bir de” size kendisiyle hidâyet bulasınız, ona uyasınız, lafız ve manalarını öğrenesiniz diye “Kur’ân’ı okumam.” emredildi. İşte benim görevim budur ve ben de bunu eksiksiz yerine getirmiş bulunuyorum. O nedenle “Artık kim hidâyet bulursa o, ancak kendi yararına hidâyet bulmuş olur.” Hidâyetin faydasını o görür. Bunun meyvesini o devşirir. “Kim de saparsa sen de ki: “Ben, ancak bir uyarıcıyım.” Elimde zorla hidâyete iletme gücü yoktur.
#
{93} {وقل الحمدُ لله}: الذي له الحمد في الأولى والآخرة، ومن جميع الخلق، خصوصاً أهل الاختصاص والصفوةِ من عباده؛ فإنَّ الذي وقع والذي ينبغي أن يَقَعَ منهم من الحمدِ والثناءِ على ربِّهم أعظمُ مما يقعُ من غيرهم؛ لرفعةِ درجاتهم وكمال قُربهم منه وكثرةِ خيراتِهِ عليهم، {سيريكم آياتِهِ فتعرِفونها}: معرفةً تدلُّكم على الحق والباطل؛ فلا بدَّ أن يريكم من آياته ما تستنيرون به في الظلمات؛ ليهلك من هَلَك عن بيِّنة ويحيا مَنْ حَيَّ عن بيِّنة. {وما ربُّك بغافل عما تعملون}: بل قد علم ما أنتم عليه من الأعمال والأحوال، وعلم مقدارَ جزاء تلك الأعمال، وسيحكم بينكم حكماً تحمَدونه عليه، ولا يكون لكم حجَّةٌ بوجه من الوجوهِ عليه.
93. “Ve de ki: Hamdolsun Allah’a!” Dünyada da âhirette de hamd yalnız O’nundur. Bütün yaratıkların da hamdi yalnız O’nadır. Özellikle de kulları arasından seçkin ve özel kimselerin hamdi O’nadır. Bu özel kimselerin Rablerine yönelik olarak şimdiye kadar yaptıkları ve yapmaları gereken bütün hamd ve senaları, derecelerinin yüksekliği, O’na yakınlığı ve O’nun onlar üzerindeki hayırlarının çokluğu dolayısıyla hiç şüphesiz diğerlerinin yaptığı hamdlere göre daha büyüktür. “O size âyetlerini gösterecek, siz de onları” size hakkı ve batılı aoaçık gösterecek şekilde “tanıyacaksınız.” Kendileri vasıtasıyla karanlıkları aydınlatacak türden âyetlerini size kaçınılmaz olarak gösterecektir ki “Helâk olan kişi apaçık bir delil üzere helâk olsun, hayatta kalan kişi de apaçık bir delil üzere yaşasın.” (el-Enfal, 8/42) “Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir.” Bilakis O, sizin işlemekte olduğunuz amelleri ve hallerinizi çok iyi bilendir. Bu amellerin karşılığının ne olacağını da bilir. O, aranızda öyle bir hüküm verecektir ki bu hükmü dolayısıyla O’na hamdedeceksiniz ve hiçbir şekilde sizin O’na karşı getirebileceğiniz bir deliliniz bulunmayacaktır. llah’ın lütfu, yardımı ve kolaylaştırması ile Neml Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
***